13 Aralık 2016 Salı

BİR HÜZÜN ŞİİRİ


Bir hüzün, bir hüzün bir göğe bakış,
Hayata darılış
Kardeş bu hallere etme aldırış.
Kaybedecek bir şeyimiz yoktu bizim,
O yüzdendi  hep bu saldırış
Biz doğduk kim sevindi, ölsek kime ne
Geldik ve geçiyoruz işte,
Erguvan rengi melodilerde burkuluyoruz
Kayıp birini bekliyoruz sanki,
Hep uzaklara bakıyoruz



Yazları hatırlarım hep, Pazar çantalarıyla pikniklere çıktığımız,
Toprak yollarda baharla yeşererek çiçek topladığımız
Gelincikler ve papatyalar arasından geçerek umutlandığımız,
Tutunduğumuz manzaralarda yok olup giden,
Kırılan taşlara ve kesilen ağaçlara için için ağladığımız.


Geçiyoruz mevsimler gibi,
Geçiyoruz buruk ve kırık.
Her akşam,
Sokak köpeklerine üzülen babam,
Dese de gözlerindeki hüzne ve çaresizliğe rağmen “ne gam”,
Hayatla akmayı bilemedik hiç kardeşim,
Ondandır bu durgunluk  ki  her şey tamam,
Lal rengi bir akşamüstü güneşinde son yemeğimiz,
Ölgün yapraklar ve gri göklere sırtımızı döneceğiz
Son kez güleceğiz kardeşim, son kez güleceğiz,
Çaylarımızı içerken mağrur,
Tuhaf bakışları olan hayata küskün,
Tekir kedimizi seveceğiz.
Küçük adımlarla uzaklaşıp gideceğiz,
Bir noksan, bir tam duruş,
Konuşuyor görünsek te içimizde derin bir susuş
Yaşıyor görünsek te hayatı içten  durduruş,
İnsanlar arasında olsak da hep
Bir kediyi insanlardan daha çok duyuş.

Bize göğe bakmayı öğrettiler,
Tanrı gökte dediler ve görkemli zamanların marşlarıyla büyüttüler,
Harp hikayeleri dinlemişiz,
Büyümüşüz sonra,
Düşlerimizi yitirmişiz,
Tek pencereli ömürden bir odaya,

Bir masa, bir de sofa,
Elimizde eski bir kitap,
Bardakta bayat bir su,
Zaman bitap,

Hapsedilmişiz.
Bize sonu gelmeyen bir masal söylemişler,
Masal kahramanı sanırken kendimizi,
Usulca terkedilmişiz.

Bir hikaye, bir şiir,
Tüm büyük sözler aslında  yorgun sitemlerdir
Ardımızda bıraktığımız kırık kalpler,
Ve çürümeye terk ettiğimiz ümitlerde katlettiğimiz,
Cennetlerdir.
Sonrasında yüksek dağlara çıktığımızda,
Ellerimize bulaşmış dünyayı görür ve sızlanırız,
Biz sürünmeyi seçerek yeryüzünde hep sonsuzluğa nazlanırız.
Çocukluktan beri okumayı bilmediğimiz kitaplardan hayata dair,
Öyküler anlatırız,
Uyanık görünmeyi sevsek de bizler
Uslanmaz düşlere aşığız,
Her uykuya yattığımızda uyanmayı istememektir aslında yaşama sırrımız.


Küçük tepelerden büyük ufuklara bakmaya çalıştık,
Sarı otlar, kurak yazlar ve gri kışları her gün yenilenen bir ümitle aştık.
Ölüm küçük siyah bir noktaydı önceleri,
Büyüdü zamanla,
Fark etmeden alıştık.
Bir ardıç kuşu ötüşü,
Bir meşe yaprağı, bir tilki,
İçten içe kuruyorduk öyle ki :
Yaşadıkça taşıllaştık,
El değmemiş bir cenneti şehir kenarlarında arayan,
İflah olmaz çocuklardık,
Hayatı arıyorken  ıskaladık
Kim bize sonsuzluğu, ne zaman fısıldamıştı,
Hatırlamadık.
Bayram sabahlarında kendimize dair umutlandığımız olurdu
Bizi çok hırpaladılar sonrası,
Kardeş dediğimiz taşlardan utanarak içimize ağladık.
Ana yollarda gidiyorken tali yollardaydı gözümüz,
Şehirlerde biten yolları,
Sonları sevmedik hiç,
Yeşil bir sonsuzluğa umutlandık.


Yollarla kesilen ormanlar,
Şehirlerle sonlanan kırlar,
Bir masal gibi başlayıp sövgü gibi biten insanlardı payımıza düşen,
Biz görmek istemesek de rengi ömrümüze işleyen.
Sabah gün rengi olsa bile,
Hüzün rengiydi akşamlar,
Köylü bönlüğünde bitiyordu
Ümitle başladığımız tüm başkaldırışlar,
Hep bir bakkal hesabına tosluyordu,
Sonsuzluktan ilham alan hesapsız coşkunluklarımız,
Çökük dönüşlere mahkumdu,
Yiğit uzaklaşmalarımız.
Ufuklara çakılan gözlerimize fazlaydı,
Gök rengi masallarımız.
Tüm küçüklük ve yapıp etmelerimizle,
Bir sonbahar pikniği gibi sarımtırak biz,
Ardımızda küçük ayak izlerimiz,
Babamız, annemiz kardeşimiz.
Herkesin duymadığı bir sese kulak vermiş,
Girmediği bir yola girmiştik,
Öylece kala kaldık çaresiz
Şimdi deli bir  kedinin gözlerinden huzura dair imleçler dilenen,
Gulyabani medenileriz,
Son nefeste küçük tepeliklerden güneşe bakmayı sürdürecek,

Kaybederek  kazanmış maceraperestleriz.