9 Aralık 2015 Çarşamba

İZLANDA SEYAHATİM- VİKİNGİSTAN' 'DA BİR TÜRK

İzlanda’ya çocukluğumdan beri, uzak kuzeyde sisler arasında böyle bir ülke var olduğunu öğrendiğimden beri gitmeyi hayal etmiştim. Hep çok uzak gelmiş ve bir çok bahane araya girmişti. İşte bu yıl hayatı ertelemeyi erteleyerek gitmeye karar verdim. Hiçbir sabit plan yapmadan, orada kimseyi tanımadan, araya hiçbir seyahat acentası sokmadan İzlanda’ya gidecektim. Hedefim bir araç kiralayarak tek başıma  tüm İzlanda’yı 12 günde dolaşmak ve geri dönmekti. Karşıma ne çıkarsa bunu da uzak kuzeyde yaşananacak  bir macera olarak kabul ederek yola çıktım.

Amsterdam aktarmalı bir uçuşla 16 Ağustos’ta İzlanda’ya ulaştım. Ne girişte bir pasaport kontrolü ne de niye geldin diye soran vardı. İlk sürprizim Amsterdam’dan aktarılmayan içinde hemen hemen tüm malzemelerimin olduğu büyük sırt çantam olmuştu. Ülkemden binlerce km uzakta, okyanusun ortasında hiç bilmediğim bir ülkede valizleri hava alanında kaybolmuş olmak, üzerinde bir tek gömlekle kala kalmak tuhaf bir duygu. Fakat hiçbir tersliğin planlarımı ertelemesine izin vermemeye kararlıyım. Kayıp bildirimi yaptıktan sonra taksiye atlayarak önce kapanmakta olan süper marketlerin birinden kendime bir yağmurluk alıyorum. Türkiye’de 40 derece olan sıcaklığa karşın burası oldukça serin ,yağmurlu ve benim tüm malzemelerim kayıp çantamda kaldı. 
Sonra ilk durağım Rejkjanes’teki Viking Müzesi-Vikingaheimar. Burada ,gemi ustası Gunnar Marel Eggertson tarafından 1996 yılında 9. Yüzyıl bir Viking gemisi model alınarak yapılan 2000 yılında İzlanda’dan Amerika’ya seyahat eden Viking gemisi İslandingur’da sergileniyor. Planladığım seyahat yarın başlayacak. Müzeden sonra kendime kalacak bir yer ayarlıyor ve çantalarım olmaksızın seyahatimi nasıl yürüteceğimi düşünüyorum. En kötüsü kendime birkaç çamaşır, battaniye ve birkaç tişört alarak seyahatimi sürdürebileceğimi sanıyorum. Rejkyanes’in gri ve ıssız sokaklarında dolaşıyorum. Burası insanların son derece sade yaşadıkları, çocukların sanırım bilgisayar oyunları oynamak yerinde sokaklarda koşup oynadıkları bir kasaba. 


Ertesi gün araç kiralama şirketiyle buluşuyorum. Türkiye’den rezervasyon yaptırmıştım ancak neyle karşılaşacağımı bilmiyorum. Planladığım seyahatim bu gün başlayacak. Hiçbir aksaklık olmaksızın gayet organize çalışan bu küçük şirketten beklediğimden iyi bir araç kiralıyorum. Araç kiralama esnasında , havaalanından telefon geliyor ve çantamın gelmiş olduğu haberini alıyorum. Saat 16 da gelip almamı istiyorlar. Oldukça vaktim var. Keyifle aracımı İzlanda’nın en büyük şehri ve başkenti olan  Rejkjavik’e sürüyorum. Rejkjavik tipik bir liman şehri. Balina avcıları, balıkçılar ve gemiciler bu şehrin asıl sakinleri. Şimdilerde turizm şehrin önemli bir geliri olmuş. İzlanda, Fransa ve Almanya’dan gelen çok sayıda turisti ağırlıyor.Japon turistleri de unutmamak lazım. Rejkyavik’te eski liman bölgesinde küçük bir tur attıktan sonra İzlandalıların en değerli kültürel mirası konumunda olan sagaları canlandırmak amacıyla yapılan Saga Museum’u ziyaret ediyorum. 9. YY da adaya yerleşen ilk ailelerin hayatlarını ve mücadelelerini oldukça gerçekçi bir dille anlatan sagaların sahne ve kahramanlarını sergileyen müzeden sonra İzlanda’ya ilk yerleşimcilerin hayatını anlatan settlement exhibition’a geçiyorum. Rejkyavik’e veda ediyorum. 
Havaalanından çantamı sağ sağlim alarak rotamı  İzlanda’nın doğal mucizelerinden biri olan doğal termal havuzlardan oluşan Blue Lagoon’a çeviriyorum. Oldukça çok ziyaretçi var. Sadece izlemekle yetindiğim Blue Lagoon’da vakit kaybetmeyerek lav kırları arasında ilerleyip uygun bir kamp yeri bulmak üzere Grindavik şehrine doğru ilerliyorum. Arkamda kutup güneşinden muhteşem bir grub manzarası var. İzlanda ıssızlık, tekinsizlik ve güzelliğin karıştığı değişik bir ambians. Grindavik’te toplu bir kamp yerinde konaklıyorum. İzlandalılar adayı arabayla, yayan ve bisikletle gezen turistler için kamp alanları işletiyorlar. Mutfak, duş tuvalet gibi hizmetleri bulabileceğiniz bu yerlerde son derce cüzi ücretlerle kalabilirsiniz.  Huzurlu bir akşamın sabahında , kahvaltı olarak kurutulmuş balık parçalarıyla idare ederek yola koyuluyorum. Sürem kısıtlı ve yolum uzun. Nelerle karşılaşabileceğim konusunda bir fikrim yok. İzlanda Marmara bölgesi kadar geniş bir coğrafya, içinde gayzerler, yanardağlar ,buzullar, kum ve buz çölleri barındırıyor. Hatta arabayı kiralarken kum ve kül fırtınalarına karşı sigortalatmamı öneriyorlar. Sigorta şirketi bu hasarları karşılamıyormuş. 
Ortaçağdan kalma balıkçı yerleşimi Selatangar’dan sonra yolda ilk uğrağım Strandarkirkja. Burayı fırtınadan kurtulan denizciler kurmuşlar. Şükür için bir kilise inşa etmişler. Kilisenin çevresinde birkaç çiftlik var. Burada ihtiyar bir teyzenin huysuz ve sert bakışlı kocasıyla işlettiği küçük bir Cafe’de konaklayıp rotamı tespit etmeye çalışıyorum. İzlanda’da şehir denilen yerler 200-500 kişilik nüfusa sahip yerler.Aslında buralar birer kasaba ancak devlet oralara şehirde bulabileceğiniz tüm imkanları koymuş. Müstakil tek katlı bahçeli evlerden oluşan bu şehircikler Diğer İzlandalılar birbirinden oldukça uzak çiftliklerde yaşıyor. Buralarda koyun ve at yetiştiriliyor. Çok az yerde inek yetiştiriliyor. Her çiftliğin bir ismi var. Hepsinin de bir hikayesi.
 İzlandalılar adaya ilk yerleşen 30 ailenin soyundan gelen insanlar. Herkes birbirini tanıyor ve herkes birbirinin hikayesini biliyor desem abartmış olmam. 900 lü yıllardan beri olan biten her şey gerek sagalarda gerekse dünyanın ilk parlamentosu kabul edilen ,ilk defa 930 yılında toplanmaya başlayan  Allthing’de  kayıtlanmış. Herkesin bir hikayesi olduğu kadar İzlanda da her taşın,her koyun, her kayanın da bir hikayesi var. O nedenle İzlandalılar gerek peyzajın korunması, gerek çevre temizliği konusunda oldukça hassaslar. Onlar için İzlanda sagaların ruhunun yaşadığı canlı bir coğrafya. Hatta bir çok yerde turistlere taşları yerlerinden oynatmamaları yönünde ikaz içeren ya da kayaların üzerindeki yosunlara basmayın şeklinde ikaz levhalarını gördüğünüz zaman bu ciddiyetin boyutlarının farkına varıyorsunuz. 
Bundan sonra ilk durağım yiyecek bir şeyler aldığım Thorlakshöfn. Kendi haline insanların yaşadığı bu şehirden muhteşem manzaralar,bataklıklar ve bodur ormanlar eşliğinde ilerleyen bir yoldan Hveragerdi’ye ulaşıyorum. Hedefim İzlandalıların efsanevi parlamentosu Allthing’i ve Thingvallavatn gölü milli parkını görmek. Yolda otostop yapan iki Alman trekkingciyi arabama alıyorum. Bu gençler de Allthing’e gidiyorlar. Kuzey Amerika ve Avrasya tektonik plakalarını birbirinden ayıran yarığın vadisinde Bulunan Allthing  her yıl İzlanda’nın en güçlü şeflerinin (Godar) toplandıkları ve aralarındaki meseleleri görüştükleri,ibadet ettikleri ve sosyalleştikleri  bir nevi açıkhava parlamentosuymuş Kayalardan Thingvallavatn gölünün muhteşem manzarası görünüyor. İlginç olan ise 900 lü yıllardan neredeyse modern zamanlara kadar toplanılan bu yerde İzlandalıların hiçbir yapı inşa etmemiş olmaları. İzlandalılar doğayı mümkün olduğu kadar değiştirmeden ve bozmadan yaşamayı ilke edinmiş bir millet. 

Her gün yüzlerce turistin ziyaret ettiği gizemli Allthing’den sonra Laugarvatn’ın rüzgarlı ve sisli yaylalarından geçerek yolumu dünyanın en büyük sıcak su püskürmelerinden biri olan Haukadalur’da ki Geysir’e çeviriyorum.  Geysir’de belli dakikalar arayla patlayan ve 70 metreye kadar ulaşabilen muhteşem bir sıcak su kaynağı turistlerin ilgisini çekiyor. Geysir’i gördükten sonra vakit kaybetmeden Avrupa’nın en büyük şelalesi olan Gullfoss’a çeviriyorum yolumu . Uzakta Langjökull buzulu gök ve yer birleşmişçesine parıldıyor. Gullfos devasa  bir şelale. Ortaya çıkan kuvvet, gürültü ve görkemi hissetmek bile muhteşem bir duygu. Gullfoss’da durmaya niyetli değilim. Geceyi güney İzlanda kıyılarında geçirmeyi hedefliyorum. O nedenle hava kararmadan yola çıkıp, ıssız ve yabani İzlanda kırsalını, sisi yağmurları saatler süren bir yolculukla aşarak gece saat 23 sularında  Fludir, Brautarholt,Hella, Hvölsvöllur üzerinden Seljalandfoss şelalesinin seyir alanına geliyor ve burada gecelemeye karar veriyorum. Uzakta şelalenin sesi ninni gibi geliyor.  

Sabah Seljalandfoss’un muhteşem görüntüsüyle uyanıyorum. Yaklaşık 60 metre yükseklikten dökülen bu şelaleyi yakından inceliyorum. Bu tip doğal muhteşemliklerin çevresinde ilahi bir atmosfer oluştuğunu düşünen eski kuzeylilere hak vermemek elde değil. Burada basit bir kahvaltının ardından doğu İzlanda’ya doğru devam ediyorum. Solumda tüm güzelliğiyle 2010  martından Mayıs’ına kadar  yeniden faaliyete geçen Eyjafjallajökull volkan ve buzulu var. Oraya doğru çekildiğimi hissediyorum. Hava oldukça güzel görünüyor. Arabamı dağın eteğindeki bir kır oteli bahçesine park edip buzula kadar tırmanmaya karar veriyorum. Yola peşime maceraperest küçük bir Viking köpeği de takılarak bana eşlik ediyor. 4 saatlik bir tırmanıştan sonra 900 metrede sisin içinde uzanan buzulların eteğindeyim. 


Her yıl İzlanda’da kaybolan, buzul yarıklarına düşen insanların hikayelerini biliyor olsam da zirveye doğru devam ediyorum. Yer yer buzul çatlakları var, ancak ben eski ve katı görünen buza güveniyorum. Ancak 1200 metreden sonra kar yumuşuyor. Altını görmediğin ve kestiremediğin kar örtüsü riski arttırıyor. Yanımdaki eskort köpeğim ise daha fazla gitmeye isteksiz olduğunu gösteriyor.1300 metreye ulaşıyorum. Zirveye sadece 350 metre kaldı, rüzgar ve soğuk şiddetini arttırıyor. Tek başıma olduğumu ve riskin alınamayacak kadar belirsiz olduğunu düşünerek 3 saatlik bir inişle geri dönüyorum. Bugün 7 saatimi dağda geçirdim. Vakit kaybetmeden doğuya doğru ilerlemeye devam ediyorum. Yolda Eyjafjalla buzullarından süzülerek çağlayan muhteşem Skogafoss şelalesini görüyorum. 

Geceyi neredeyse deniz kıyısına inmiş Sollheimajökull buzulunun  kıyısında geçiriyorum. Soğuk ve fırtınalı gecenin ardından doğuya doğru Skeidararsandur bataklıkları üzerinden ve devasa Vatnajökull buzulu güneyinden devam ediyorum. Yolda iki Fransız trekkingciyi Jökulsarlon’a götürmek üzere arabama alıyorum. Jökullsarlon, Vatnajökull’un denizle buluştuğu , buz parçalarının denizin içinde yüzdüğü muhteşem bir yer. Buz mavisi denilen rengi tüm güzelliğiyle izlemek mümkün. Sahil şehirlerinden Höfn’e küçük bir ziyaretten sonra Geceyi Djupivogur’da geçiriyorum. Burası doğu İzlanda’da  yer alan 470 kişinin yaşadığı eski bir Danimarka ticaret kolonisi. Sabah Djupivogur’dan çıkarken dikkatimi çeken yerel bir sanatçının atölyesine uğruyorum. Dışında devasa balina kemikleriyle ve kayalarla yapılmış süslerin yer aldığı  bu atölyeyi işleten Villmundur Thorgrimsson  eski kuzey dinine inanan bir pagan. El işiyle yapılmış süslemeler satıyor. İzlanda’da çok koyu Hristiyanlar olduğu kadar Hristiyanlığı terk ederek Asatru denilen eski kuzey dinine dönmüş bir çok insan ve hiçbir dine inanmayan ateist bir çoğunluk yaşıyor.Villmundur’un ilginç eserlerinden koparak önce yine görülmeye değer bir şelale olan Fossarfell’i ziyaret ediyor doğu İzlanda kıyılarını takiben Breiddalsvik,Stödvafjördr Rejdarfjördr’dan dolaşarak Egillstadir platolarını arkamda bırakarak,Hroarstunga’da ki at sürüleri ve koyun öbeklerinin arasından 1000 metrelik Smijörfjöll dağ geçidinin buzul ve sisleri arasından geçerek Vopnafjördur’a akşam vakti iniyorum. Bu şehir 700 kişinin yaşadığı küçük bir denizci şehri. Benim ulaştığım saatte sadece bir benzinlik açık, o da 1 saate kapanacak. Küçük bir kahve molasından sonra arabamı şehrin hemen dışında Atlantik okyanusunun siyah kumsallarına nazır,bir koya çekiyorum. uzakta Smijfjöll’ün sis ve buzlu manzarası. Boreal gecenin o alacakaranlığı ve okyanusun sonsuzluğunu dinleyerek uyuyorum. Ertesi gün okyanus havasıyla uyanıp balık konservesinden oluşan kahvaltı ve sporun ardından kuzey İzlanda’ya doğru yola çıkıyorum. 
Bakkafjördr ve Thorshöfn’den sonra İzlanda’nın en kuzey ucunda kuzey kutup dairesinin çok yakınından geçtiği Raufarhöfn’deyim. Şehir ortada dolaşan birkaç ihtiyar Alman turist dışında vahşi batı kasabalarını andırırcasına sessiz. Bu gün güzel ve güneşli bir gün. Kutup güneşinin aşırı parlaklığı insanda değişik bir dinginlik uyandırıyor. İşte en kuzeydeyim. Şehrin ucundaki deniz fenerine kadar giderek Kuzey buz denizini seyrediyorum. Raufarhöfn’de Stoneheng’i andıran eski aryenlerin güneş kültlerinden esinlenmiş devasa bir güneş saati anıtı  inşaatı var. Büyük ölçekte bitirilen bu yapı öğrendiğime göre aşırı masraflı olduğundan bitirilememiş,inşaatının devam ettiği belirtiliyor, ancak bu haliyle bile görkemli ve ilginç. Bittiği zaman dünyanın en ilginç anıtlarından biri olmaya aday. 
Burada kalmayı çok istememe rağmen planıma sadık kalarak yoluma devam ediyorum. Melrakkasletta düzlüklerininden güneşe doğru sürerek bataklıklar,fundalıklar ve ışıldayan göller arasından geçerek Kopasker’e geliyorum. Burası 120 kişilik küçük bir şehir. Marketinde temel ihtiyaçlarımı giderdikten ve benzin ikmalinden sonra Kuzey denizinde batmayan günü izliyorum. Kopasker’de gece bu şirin kasabanın sokaklarında dolaşıyorum. Karşılaştığım tüm insanlar ve evlerden dünyanın geri kalanından uzak bir huzur ve dinginlik hali var. Kuzey denizinin dalgaları ay ışığında sahili döverken, gecenin aysız yüzünde mucizevi kuzey ışıkları yeşil bir ışık yağmuru gibi dökülüyor bu huzurlu ve mütevazi insanlar şehrine. Kamp alanında birkaç turist var. Bir gece daha kalmak hatta yaşamak istediğim bir şehir oldu Kopasker. Bunda şehrin tek marketini işleten Gudmundur amcanın bölgedeki yaşamı ballandırarak anlatışının rolü  büyük. 


Bu arada İzlandalılar dillerine çok önem veriyor. Eski Viking dili olan norse diyalektinden direk türeyen ve modern İskandinav dilleri içinde Viking diline en çok benzeyen dil İzlandaca. Hatta bazı harfleri runik alfabeden değişmeden alınmış. Oldukça zor bir dil ancak hoş bir tınısı var. Yol boyunca saatler boyu İzlanda radyolarındaki konuşmaları hiç anlamadan sadece dilin melodisinden dolayı dinlediğimi itiraf etmeliyim. Rejkjavik’te ilk iş olarak bir İzlanda gramer kitabı  edinmiştim ancak pek bakmaya fırsatım olmadı. Bununla birlikte İzlanda’da hemen herkes oldukça düzgün İngilizce konuşabiliyor. Meramınızı anlatma sıkıntısı yaşamadığınız bir yer İzlanda. Kopasker’e istemeyerek veda ederek yolumu Asbyrgi üzerinden balina avcılarının ve balina gözlemcilerinin şehri, aynı zamanda büyük bir balina müzesine de ev sahipliği yapan  Husavik’e çeviriyorum. Husavik’te balina müzesini gezdikten sonra hala balina avcılığı ile uğraşıldığını bildiğimden balina eti yemeye karar veriyorum. Tüm restoranlar beni biz whale friendly’yiz yani balina dostuyuz diyerek geri çeviriyor. Peki diyorum nereye gidiyor bu balinalar ? Cevap yok. Limanda İzlandalıların fish and chips dediği bizdeki balık ekmekle kıyaslayacağımız mütevazi bir yemekten sonra yine yoldayım.  Buzlu dağlarla çevrili Holasandur çölünden geçiyorum. Burası yanlış arazi kullanımıyla da genişlemiş çöl görünümlü bir arazi. Tarifsiz bir esrarengizliği var, kırmızıya çalan topraklarıyla yabancı bir gezegeni andırıyor. Holasandur çölünden sonra uzakta Myvatn gölü ve onun yeşil hinterlandı görünüyor. Bu gölün kıyısında oldukça fazla turisti cezbeden Reykjahlid şehri yer alıyor. Bir çok volkanik oluşumun ve meşe fundalıklarının irili ufaklı yüzlerce gölün  bir periler ülkesine çevirdiği bu bölgede cüceler,periler ve esrarengiz varlıklara inanç oldukça fazla. 

Bu arada İzlandalıların % 50 si perilerin varlığına inanıyor. Huldivolk yani gizli halk olarak adlandırılan bu varlıkların sisler, buzullar ve taş çölleri içinde var oldukları düşünülüyor. Hatta onları rahatsız etmemek için yollar ve yapılar planlanırken bu konuya azami dikkat ediliyor. Huldivolk inancı İzlanda’da bir realite. Eğer bahçesinde hiç dokunulmadan bırakılmış koca bir kaya olan bir ev görürseniz bilin ki o kaya perilerin evi olduğu düşünüldüğünden ve onları rahatsız etmemek için bırakılmıştır. İzlandalılar bu konuda konuşmaktan ve bu inançlarının sorgulanmasından fazla hoşlanmıyor. Myvatnsheidi’yi hayranlıkla ardımda bırakarak Laugar ve Svalbardseyri üzerinden yola devam ediyorum. Yolda hava kararmadan Viking şeflerinin Hristiyanlığı kabul ettikten sonra eski pagan tanrılarının heykellerini attıkları ve bu nedenle Godafoss yani tanrıların şelalesi olarak olarak adlandırılan doğa harikasını da ziyaret ediyor ve sonrasında  İzlanda’nın en büyük ikinci şehri olan Akureyri’ye yol alıyorum. Akureyri’nin ışıkları uzaktan görünüyor. Soğuk ve yağmurlu bir gece. Vardığımda saat 22 ve şehirde tüm dükkanlar kapalı. Şehirde kısa bir tur atıyor ve ölgün bir Cafe Amour’da  yerel bir sanatçının balladlarını dinleyerek yarınımı kurguluyorum. Ertesi gün yine bol balıklı bir kahvaltının ardından Dalvik,Siglufjördr,Hofsos üzerinden Siglufjördur’a ulaşıyorum. Burada ihtiyar bir denizcinin işlettiği küçük restaurantta Balina bifteği bulunur notu var. Nasip burayaymış. İki İzlandalı denizci kardeşin işlettiği bu restaurant limanda yer alıyor. Kardeşler 70 li yaşlarda ve dünyada neredeyse görmedikleri yer kalmamış. 
Ermeni soykırımı suçlamasından, Kürtleri niye öldürüyorsunuza, oradan Erdoğan’a ve Türk ekonomisine ilginç bir sohbetimiz oluyor. Bu arada İzlandalılar özellikle fanatik Hristiyan olanları, Türklerden ve Müslümanlardan hiç hoşlanmıyorlar. Türkler İzlandalıların kafasında bir travma. Zamanında drakkarları (longboat)  düzüp Avrupa’yı yağmalayan Vikinglerin torunları 20 Haziran-19 Temmuz 1627 tarihinde Osmanlı denizcileri tarafından baskına uğruyor. İzlandalıların hala  Tyrkjaránið olarak hatırladığı bu baskınla   Türkler 1000 civarında esir almışlar ve İzlanda’nın altını üstüne getirmişler. Belki birçoğunuzun ilk defa duyduğu ve hadi canım ,Türkiye nere İzlanda nere diyeceği bu durum Osmanlı denizciliği ve kudretinin geldiği noktayı anlamak açısından da  önemli. İzlandalılar bu konuyu bayağı bir mesele yapıp üstüne kitaplar yazmışlar.  Bu arada İzlandalıların öyle çok misafirperver barışçıl insanlar olduğu sanılmasın. İzlandalılar 1615 yılında yani bizimkiler gelmeden kısa süre önce, gemileri batıp kıyılarına vuran 80 İspanyol balina avcısını acımasızca katletmişler. Bu olay tarihlerinde “Spanverjavigin” olarak bilinir. Yani İspanyolları avlamak…

 

Herneyse..ben yine yalnız bir gezgin olarak buradan yola çıkarak Skagafjördur körfezi boyunca devam ederek ,Saudarkrokur şehrini geçtim ve akşam üstü Gaukstadir’de  doğal bir kaplıcada birkaç turistle birlikte kuzey denizin  soğuğu,gün batımı ve taşların arasındaki sıcak suyun keyfini çıkararak geceledim. Ertesi gün hedefim İzlanda’nın gizemli şehirlerinden Holmavik. Kilometrelerce süren toprak yollar, ıssız ve tekinsiz koyları aşarak ulaşıyorum bu sessiz kente. Şehirde tüm dünyada bilinen “büyücülük müzesi” var. Izlanda’nın batı fjördları bask katliamıyla meşhur olduğu kadar büyücülük ve cadılık faaliyetleriyle de meşhur. İşte bu müzede birbirinden tuhaf ve ürpertici büyü malzemeleri, canlandırmalar ve figürleri görmeniz mümkün. Aynı zamanda çok iyi bir tarihi kayıt geleneğine sahip İzlandalıların Allthing’de gördüğü cadı davaları, suçlamalar ve cadı yakmalar konusunda bir çok kayıt ve belge var. Pek hoşlanmadığım bu yerden ayrılarak yine uzun bir yolculukla Steingrimsfjardarheidi kırlarını aşarak, inanılmaz bir doğa harikası olan Dynjandi şelalelerini ziyaret ederek, sisli ve uçsuz bucaksız batı fjördları boyunca güneşi izleyerek yoluma devam ederek ve yer yer deniz kenarında tembellik eden fokları seyrederek  Isafjördur şehrine ulaşıyorum. Burası 2900 kişinin yaşadığı eski ve köklü bir ticaret şehri. Çok karakteristik yapıları var. Yüksek dağlarla çevrili bir fjorda gizlenerek kurulmuş. Issız sokaklarda bir şehir turunun ardından dinlenmeye çekiliyorum. Ertesi gün batı fjördlarını takip ederek çok uzun bir yolculuğun ardından Thingeyri, Bildudalur,Talknafjördur,Rejkholar,Budardalur’u geçip Skogarströnd’ün sisli kıyıları boyunca ilerleyerek efsanevi Helgafell dağının eteğine geliyorum. 
Korkunç bir fırtınanın beni karşıladığı Helgafell dağı Vikingler döneminde ruhların Valhalla’ya giderken kullandıkları bir geçit olarak görülmüş ve çok kutsal sayılmış bir yer. Hristiyanlık döneminde de buraya bir kilise inşa edilmiş ve kutsallık devam etmiş. İsmi dağ ancak yüksekliği 70 metre olan bir volkanik kütle. İnanca göre bazı zamanlar üstüne çıkıp bakılınca Valhalla’nın ışıkları görülebilirmiş. Geceyi pek kabul görmemesine rağmen burada geçiriyorum. Sabah yakınlardaki çiftliğin öfkeli sahibi tarafından uyandırılıyorum. Bende madem uyandım deyip dağa çıkıp etrafı seyrediyor ve kuzeylilerin burayı neden bu kadar önemsediklerini anlamaya çalışıyorum. Artık dönüş yolundayım. Başladığım yere fazla bir şey kalmadı. Önce Stykisholmur şehrinde kahvemi içiyor sonra Grundarfjördur,Olafsvik üzerinden gizemli Snaefelsjökull buzuluna tırmanmaya çalışıyorum. Aracın gideceği yere kadar gidiyorum ancak bir yerde buzullar yolu bloke etmişler. Hava sisli ve yağmurlu, Snaefelsjökull efsaneye göre yer altına giden mağara sistemlerine sahip bir volkan. Hatta Jules Verne’in ünlü eseri “Arzın merkezine seyahat” romanında kahramanlar dünyanın merkezine buradan ulaşıyorlar. Son dönemde dünyanın bir çok yerinden buraya ufo gözlemeye gelen gruplar olduğunu öğreniyorum. Söylentiye göre oldukça fazla ufo vakası görülüyormuş. Ben hiçbir olağan üstülüğe tanık olmadan,kötü hava ve sert rüzgardan ümitsiz şekilde Hellisandur’a indim. 
Oradan yoluma devam ediyor ve yolda Snaefelsjökull’u hayranlıkla izleyen turist kafileleri ve dağcılar görüyorum. Bu arada İzlanda’nın rüzgarı tam bir canavar. Arabayı kiralarken inip binerken kapılara dikkat edin diye uyarıldım. Rüzgar kontrolsüzce açılan kapıları koparıyor. İşte böyle bir rüzgarda yürümeye çalışan bir hikingciyi arabama alıyorum. Hollandalı 60 lı yaşlarda bir yazılım mühendisi olan bu adam tatillerini İskandinavya da yürüyüş ve kamp yaparak geçiriyormuş. Birlikte Rejkyavik’e kadar gideceğiz. Yolumuz üzerinde son olarak  Borgarnes’de Egill Skallagrimsson müzesine uğruyorum. Burası sagaların delişmen kahramanı şair ve savaşçı, Odin’in gözdesi Egil’in hayatının canlandırıldığı bir müze. Sagaları ve o dönemin hayatını görsel olarak gözden geçirdikten sonra   yola çıkıyor ve Hollandalı yol arkadaşımla kültür,tarih ve güncel üzerine konuşarak Rejkyavik’e yani başladığım yere geliyoruz ve ayrılıyoruz. Evet Vikingistan’ı burada bitirdim. Üzerimde tuhaf bir şaşkınlık ve görüp yaşadıklarımı anlamama var. Türkiye’ye dönünce herşeyin oturacağını düşünerek Rejkjavik’in gece hayatını incelemeye dalıyorum.


İzlanda 300 000 nüfusa sahip 102 775 km2 lik bir ülke. Ülkede sebze meyve adına hiçbir şey yetişmiyor. Özellikle batı Avrupa ve İber yarımadasıyla ticaret yapan ülke her şeyini dışardan alıyor.  Geçirdikleri ekonomik buhrandan sonra kemer sıkma politikaları ile toparlanmış ve kendi yağı ile kavrulma kararı almış bir halk. Dünyanın en pahalı ülkelerinden biri.  Geçim kaynakları Açıkdeniz balıkçılığı, Transatlantik taşımacılığı,koyun ve at yetiştiriciliği ile turizm. Kişi başına 55 000 usd milli geliri var. Ülkede tuvaletlerde dahi kredi kartı geçiyor, her yerde internet var, herkes İngilizce konuşuyor,her şehirde bir yüzme havuzu var, herkes müzikle uğraşıyor .Kültürleri içki ile yoğrulmuş insanların yaşadığı bu ülkede Alkollü içkiler Vinbudin denilen özel shoplarda satılıyor ve bu shoplar  sabah 11 akşam 18 saatleri arasında açık.Saat 18 den sonra hiçbiryerde içki satışı yok.  18 yaşın altında kimseye alkol satılmıyor. Bizde bakkallarda bile satılan bira orada yüksek alkollü içkiler sınıfında. Benzinliklerde ve marketlerde ancak % 3 alkol oranına kadar olan biraları bulmak mümkün. İzlanda da soğuk kış gecelerinde erkeklerde kadınlarda kazak örüyor. Kendilerine özgü yünden yaptıkları fiyatı 100 eurodan aşağı olmayan güzel kazakları var. İzlandalılar kurallara ve birbirlerine son derece saygılılar. Ülkede polis asker yok denecek kadar az. Gezdiğim onca doğa harikasında bir tane bile bekçi yoktu. Sanılanın aksine uzun boylu adamlar değil bu Vikinglerin torunları,bu arada Avrupa’nın en safkan ırkı burada yaşıyor. Sarışın mavi göz oranı tüm Avrupa’dan daha fazla ve tüm Avrupa’da nüfus gerilerken İzlanda’da artıyor. Ben kuzeylileri soğuk insanlar olarak bulmadım. 

Onları tarif etmek için soğuk yerine ciddi ve ağırbaşlı kelimeleri daha uygun. 1100 yıldır bu çetin coğrafya da doğayla mücadele ederek yaşamayı öğrenmiş ve böyle dengeli bir toplum yaratabilmiş insanların bireysellikleri,irade ve öz bilinçleri çok yüksek. Tüm kuzeyli halklar gibi içe kapalılar ancak sanırım İzlandalılar biraz daha kapalı. Bunda kendilerine özgü ve pek dile getirmedikleri egsantrik inançlarının da payı yok değil. İzlanda’dan geriye kalanlar bunlar. Sagaları baştan aşağıya okumaya ve İzlandaca öğrenmeye karar veriyorum. Buraya sanırım yine geleceğim…