İzlanda’ya çocukluğumdan beri,
uzak kuzeyde sisler arasında böyle bir ülke var olduğunu öğrendiğimden beri
gitmeyi hayal etmiştim. Hep çok uzak gelmiş ve bir çok bahane araya girmişti.
İşte bu yıl hayatı ertelemeyi erteleyerek gitmeye karar verdim. Hiçbir sabit
plan yapmadan, orada kimseyi tanımadan, araya hiçbir seyahat acentası sokmadan
İzlanda’ya gidecektim. Hedefim bir araç kiralayarak tek başıma tüm İzlanda’yı 12 günde dolaşmak ve geri
dönmekti. Karşıma ne çıkarsa bunu da uzak kuzeyde yaşananacak bir macera olarak kabul ederek yola çıktım.
Amsterdam aktarmalı bir uçuşla 16
Ağustos’ta İzlanda’ya ulaştım. Ne girişte bir pasaport kontrolü ne de niye
geldin diye soran vardı. İlk sürprizim Amsterdam’dan aktarılmayan içinde hemen
hemen tüm malzemelerimin olduğu büyük sırt çantam olmuştu. Ülkemden binlerce km
uzakta, okyanusun ortasında hiç bilmediğim bir ülkede valizleri hava alanında
kaybolmuş olmak, üzerinde bir tek gömlekle kala kalmak tuhaf bir duygu. Fakat
hiçbir tersliğin planlarımı ertelemesine izin vermemeye kararlıyım. Kayıp
bildirimi yaptıktan sonra taksiye atlayarak önce kapanmakta olan süper
marketlerin birinden kendime bir yağmurluk alıyorum. Türkiye’de 40 derece olan
sıcaklığa karşın burası oldukça serin ,yağmurlu ve benim tüm malzemelerim kayıp
çantamda kaldı.
Sonra ilk durağım Rejkjanes’teki Viking Müzesi-Vikingaheimar.
Burada ,gemi ustası Gunnar Marel Eggertson tarafından 1996 yılında 9. Yüzyıl
bir Viking gemisi model alınarak yapılan 2000 yılında İzlanda’dan Amerika’ya
seyahat eden Viking gemisi İslandingur’da sergileniyor. Planladığım seyahat
yarın başlayacak. Müzeden sonra kendime kalacak bir yer ayarlıyor ve çantalarım
olmaksızın seyahatimi nasıl yürüteceğimi düşünüyorum. En kötüsü kendime birkaç
çamaşır, battaniye ve birkaç tişört alarak seyahatimi sürdürebileceğimi sanıyorum.
Rejkyanes’in gri ve ıssız sokaklarında dolaşıyorum. Burası insanların son
derece sade yaşadıkları, çocukların sanırım bilgisayar oyunları oynamak yerinde
sokaklarda koşup oynadıkları bir kasaba.
Ertesi gün araç kiralama şirketiyle
buluşuyorum. Türkiye’den rezervasyon yaptırmıştım ancak neyle karşılaşacağımı
bilmiyorum. Planladığım seyahatim bu gün başlayacak. Hiçbir aksaklık olmaksızın
gayet organize çalışan bu küçük şirketten beklediğimden iyi bir araç
kiralıyorum. Araç kiralama esnasında , havaalanından telefon geliyor ve
çantamın gelmiş olduğu haberini alıyorum. Saat 16 da gelip almamı istiyorlar.
Oldukça vaktim var. Keyifle aracımı İzlanda’nın en büyük şehri ve başkenti
olan Rejkjavik’e sürüyorum. Rejkjavik
tipik bir liman şehri. Balina avcıları, balıkçılar ve gemiciler bu şehrin asıl
sakinleri. Şimdilerde turizm şehrin önemli bir geliri olmuş. İzlanda, Fransa ve
Almanya’dan gelen çok sayıda turisti ağırlıyor.Japon turistleri de unutmamak
lazım. Rejkyavik’te eski liman bölgesinde küçük bir tur attıktan sonra
İzlandalıların en değerli kültürel mirası konumunda olan sagaları canlandırmak
amacıyla yapılan Saga Museum’u ziyaret ediyorum. 9. YY da adaya yerleşen ilk
ailelerin hayatlarını ve mücadelelerini oldukça gerçekçi bir dille anlatan
sagaların sahne ve kahramanlarını sergileyen müzeden sonra İzlanda’ya ilk
yerleşimcilerin hayatını anlatan settlement exhibition’a geçiyorum. Rejkyavik’e
veda ediyorum.
Havaalanından çantamı sağ sağlim alarak rotamı İzlanda’nın doğal mucizelerinden biri olan
doğal termal havuzlardan oluşan Blue Lagoon’a çeviriyorum. Oldukça çok
ziyaretçi var. Sadece izlemekle yetindiğim Blue Lagoon’da vakit kaybetmeyerek
lav kırları arasında ilerleyip uygun bir kamp yeri bulmak üzere Grindavik
şehrine doğru ilerliyorum. Arkamda kutup güneşinden muhteşem bir grub manzarası
var. İzlanda ıssızlık, tekinsizlik ve güzelliğin karıştığı değişik bir ambians.
Grindavik’te toplu bir kamp yerinde konaklıyorum. İzlandalılar adayı arabayla,
yayan ve bisikletle gezen turistler için kamp alanları işletiyorlar. Mutfak,
duş tuvalet gibi hizmetleri bulabileceğiniz bu yerlerde son derce cüzi
ücretlerle kalabilirsiniz. Huzurlu bir
akşamın sabahında , kahvaltı olarak kurutulmuş balık parçalarıyla idare ederek
yola koyuluyorum. Sürem kısıtlı ve yolum uzun. Nelerle karşılaşabileceğim
konusunda bir fikrim yok. İzlanda Marmara bölgesi kadar geniş bir coğrafya,
içinde gayzerler, yanardağlar ,buzullar, kum ve buz çölleri barındırıyor. Hatta
arabayı kiralarken kum ve kül fırtınalarına karşı sigortalatmamı öneriyorlar.
Sigorta şirketi bu hasarları karşılamıyormuş.
Ortaçağdan kalma balıkçı
yerleşimi Selatangar’dan sonra yolda ilk uğrağım Strandarkirkja. Burayı
fırtınadan kurtulan denizciler kurmuşlar. Şükür için bir kilise inşa etmişler.
Kilisenin çevresinde birkaç çiftlik var. Burada ihtiyar bir teyzenin huysuz ve
sert bakışlı kocasıyla işlettiği küçük bir Cafe’de konaklayıp rotamı tespit etmeye
çalışıyorum. İzlanda’da şehir denilen yerler 200-500 kişilik nüfusa sahip
yerler.Aslında buralar birer kasaba ancak devlet oralara şehirde
bulabileceğiniz tüm imkanları koymuş. Müstakil tek katlı bahçeli evlerden
oluşan bu şehircikler Diğer İzlandalılar birbirinden oldukça uzak çiftliklerde
yaşıyor. Buralarda koyun ve at yetiştiriliyor. Çok az yerde inek
yetiştiriliyor. Her çiftliğin bir ismi var. Hepsinin de bir hikayesi.
İzlandalılar adaya ilk yerleşen 30 ailenin soyundan gelen insanlar. Herkes birbirini
tanıyor ve herkes birbirinin hikayesini biliyor desem abartmış olmam. 900 lü
yıllardan beri olan biten her şey gerek sagalarda gerekse dünyanın ilk
parlamentosu kabul edilen ,ilk defa 930 yılında toplanmaya başlayan Allthing’de kayıtlanmış. Herkesin bir hikayesi olduğu
kadar İzlanda da her taşın,her koyun, her kayanın da bir hikayesi var. O
nedenle İzlandalılar gerek peyzajın korunması, gerek çevre temizliği konusunda
oldukça hassaslar. Onlar için İzlanda sagaların ruhunun yaşadığı canlı bir
coğrafya. Hatta bir çok yerde turistlere taşları yerlerinden oynatmamaları
yönünde ikaz içeren ya da kayaların üzerindeki yosunlara basmayın şeklinde ikaz
levhalarını gördüğünüz zaman bu ciddiyetin boyutlarının farkına varıyorsunuz.
Bundan sonra ilk durağım yiyecek bir şeyler aldığım Thorlakshöfn. Kendi haline
insanların yaşadığı bu şehirden muhteşem manzaralar,bataklıklar ve bodur
ormanlar eşliğinde ilerleyen bir yoldan Hveragerdi’ye ulaşıyorum. Hedefim
İzlandalıların efsanevi parlamentosu Allthing’i ve Thingvallavatn gölü milli
parkını görmek. Yolda otostop yapan iki Alman trekkingciyi arabama alıyorum. Bu
gençler de Allthing’e gidiyorlar. Kuzey Amerika ve Avrasya tektonik plakalarını
birbirinden ayıran yarığın vadisinde Bulunan Allthing her yıl İzlanda’nın en güçlü şeflerinin
(Godar) toplandıkları ve aralarındaki meseleleri görüştükleri,ibadet ettikleri
ve sosyalleştikleri bir nevi açıkhava
parlamentosuymuş Kayalardan Thingvallavatn gölünün muhteşem manzarası
görünüyor. İlginç olan ise 900 lü yıllardan neredeyse modern zamanlara kadar
toplanılan bu yerde İzlandalıların hiçbir yapı inşa etmemiş olmaları.
İzlandalılar doğayı mümkün olduğu kadar değiştirmeden ve bozmadan yaşamayı ilke
edinmiş bir millet.
Her gün yüzlerce turistin ziyaret ettiği gizemli
Allthing’den sonra Laugarvatn’ın rüzgarlı ve sisli yaylalarından geçerek yolumu
dünyanın en büyük sıcak su püskürmelerinden biri olan Haukadalur’da ki Geysir’e
çeviriyorum. Geysir’de belli dakikalar
arayla patlayan ve 70 metreye kadar ulaşabilen muhteşem bir sıcak su kaynağı
turistlerin ilgisini çekiyor. Geysir’i gördükten sonra vakit kaybetmeden
Avrupa’nın en büyük şelalesi olan Gullfoss’a çeviriyorum yolumu . Uzakta
Langjökull buzulu gök ve yer birleşmişçesine parıldıyor. Gullfos devasa bir şelale. Ortaya çıkan kuvvet, gürültü ve
görkemi hissetmek bile muhteşem bir duygu. Gullfoss’da durmaya niyetli değilim.
Geceyi güney İzlanda kıyılarında geçirmeyi hedefliyorum. O nedenle hava
kararmadan yola çıkıp, ıssız ve yabani İzlanda kırsalını, sisi yağmurları
saatler süren bir yolculukla aşarak gece saat 23 sularında Fludir, Brautarholt,Hella, Hvölsvöllur
üzerinden Seljalandfoss şelalesinin seyir alanına geliyor ve burada gecelemeye
karar veriyorum. Uzakta şelalenin sesi ninni gibi geliyor.
Sabah Seljalandfoss’un muhteşem görüntüsüyle
uyanıyorum. Yaklaşık 60 metre yükseklikten dökülen bu şelaleyi yakından
inceliyorum. Bu tip doğal muhteşemliklerin çevresinde ilahi bir atmosfer
oluştuğunu düşünen eski kuzeylilere hak vermemek elde değil. Burada basit bir
kahvaltının ardından doğu İzlanda’ya doğru devam ediyorum. Solumda tüm
güzelliğiyle 2010 martından Mayıs’ına
kadar yeniden faaliyete geçen Eyjafjallajökull
volkan ve buzulu var. Oraya doğru çekildiğimi hissediyorum. Hava oldukça güzel
görünüyor. Arabamı dağın eteğindeki bir kır oteli bahçesine park edip buzula
kadar tırmanmaya karar veriyorum. Yola peşime maceraperest küçük bir Viking
köpeği de takılarak bana eşlik ediyor. 4 saatlik bir tırmanıştan sonra 900
metrede sisin içinde uzanan buzulların eteğindeyim.
Her yıl İzlanda’da
kaybolan, buzul yarıklarına düşen insanların hikayelerini biliyor olsam da
zirveye doğru devam ediyorum. Yer yer buzul çatlakları var, ancak ben eski ve
katı görünen buza güveniyorum. Ancak 1200 metreden sonra kar yumuşuyor. Altını
görmediğin ve kestiremediğin kar örtüsü riski arttırıyor. Yanımdaki eskort
köpeğim ise daha fazla gitmeye isteksiz olduğunu gösteriyor.1300 metreye
ulaşıyorum. Zirveye sadece 350 metre kaldı, rüzgar ve soğuk şiddetini
arttırıyor. Tek başıma olduğumu ve riskin alınamayacak kadar belirsiz olduğunu
düşünerek 3 saatlik bir inişle geri dönüyorum. Bugün 7 saatimi dağda geçirdim.
Vakit kaybetmeden doğuya doğru ilerlemeye devam ediyorum. Yolda Eyjafjalla buzullarından
süzülerek çağlayan muhteşem Skogafoss şelalesini görüyorum.
Geceyi neredeyse
deniz kıyısına inmiş Sollheimajökull buzulunun
kıyısında geçiriyorum. Soğuk ve fırtınalı gecenin ardından doğuya doğru
Skeidararsandur bataklıkları üzerinden ve devasa Vatnajökull buzulu güneyinden
devam ediyorum. Yolda iki Fransız trekkingciyi Jökulsarlon’a götürmek üzere
arabama alıyorum. Jökullsarlon, Vatnajökull’un denizle buluştuğu , buz
parçalarının denizin içinde yüzdüğü muhteşem bir yer. Buz mavisi denilen rengi tüm
güzelliğiyle izlemek mümkün. Sahil şehirlerinden Höfn’e küçük bir ziyaretten
sonra Geceyi Djupivogur’da geçiriyorum. Burası doğu İzlanda’da yer alan 470 kişinin yaşadığı eski bir
Danimarka ticaret kolonisi. Sabah Djupivogur’dan çıkarken dikkatimi çeken yerel
bir sanatçının atölyesine uğruyorum. Dışında devasa balina kemikleriyle ve
kayalarla yapılmış süslerin yer aldığı
bu atölyeyi işleten Villmundur Thorgrimsson eski kuzey dinine inanan bir pagan. El işiyle
yapılmış süslemeler satıyor. İzlanda’da çok koyu Hristiyanlar olduğu kadar
Hristiyanlığı terk ederek Asatru denilen eski kuzey dinine dönmüş bir çok insan
ve hiçbir dine inanmayan ateist bir çoğunluk yaşıyor.Villmundur’un ilginç
eserlerinden koparak önce yine görülmeye değer bir şelale olan Fossarfell’i
ziyaret ediyor doğu İzlanda kıyılarını takiben Breiddalsvik,Stödvafjördr
Rejdarfjördr’dan dolaşarak Egillstadir platolarını arkamda
bırakarak,Hroarstunga’da ki at sürüleri ve koyun öbeklerinin arasından 1000
metrelik Smijörfjöll dağ geçidinin buzul ve sisleri arasından geçerek
Vopnafjördur’a akşam vakti iniyorum. Bu şehir 700 kişinin yaşadığı küçük bir
denizci şehri. Benim ulaştığım saatte sadece bir benzinlik açık, o da 1 saate
kapanacak. Küçük bir kahve molasından sonra arabamı şehrin hemen dışında
Atlantik okyanusunun siyah kumsallarına nazır,bir koya çekiyorum. uzakta
Smijfjöll’ün sis ve buzlu manzarası. Boreal gecenin o alacakaranlığı ve
okyanusun sonsuzluğunu dinleyerek uyuyorum. Ertesi gün okyanus havasıyla uyanıp
balık konservesinden oluşan kahvaltı ve sporun ardından kuzey İzlanda’ya doğru
yola çıkıyorum.
Bakkafjördr ve Thorshöfn’den sonra İzlanda’nın en kuzey ucunda
kuzey kutup dairesinin çok yakınından geçtiği Raufarhöfn’deyim. Şehir ortada
dolaşan birkaç ihtiyar Alman turist dışında vahşi batı kasabalarını
andırırcasına sessiz. Bu gün güzel ve güneşli bir gün. Kutup güneşinin aşırı
parlaklığı insanda değişik bir dinginlik uyandırıyor. İşte en kuzeydeyim.
Şehrin ucundaki deniz fenerine kadar giderek Kuzey buz denizini seyrediyorum.
Raufarhöfn’de Stoneheng’i andıran eski aryenlerin güneş kültlerinden esinlenmiş
devasa bir güneş saati anıtı inşaatı
var. Büyük ölçekte bitirilen bu yapı öğrendiğime göre aşırı masraflı olduğundan
bitirilememiş,inşaatının devam ettiği belirtiliyor, ancak bu haliyle bile
görkemli ve ilginç. Bittiği zaman dünyanın en ilginç anıtlarından biri olmaya
aday.
Burada kalmayı çok istememe rağmen planıma sadık kalarak yoluma devam
ediyorum. Melrakkasletta düzlüklerininden güneşe doğru sürerek
bataklıklar,fundalıklar ve ışıldayan göller arasından geçerek Kopasker’e
geliyorum. Burası 120 kişilik küçük bir şehir. Marketinde temel ihtiyaçlarımı
giderdikten ve benzin ikmalinden sonra Kuzey denizinde batmayan günü izliyorum.
Kopasker’de gece bu şirin kasabanın sokaklarında dolaşıyorum. Karşılaştığım tüm
insanlar ve evlerden dünyanın geri kalanından uzak bir huzur ve dinginlik hali
var. Kuzey denizinin dalgaları ay ışığında sahili döverken, gecenin aysız
yüzünde mucizevi kuzey ışıkları yeşil bir ışık yağmuru gibi dökülüyor bu
huzurlu ve mütevazi insanlar şehrine. Kamp alanında birkaç turist var. Bir gece
daha kalmak hatta yaşamak istediğim bir şehir oldu Kopasker. Bunda şehrin tek
marketini işleten Gudmundur amcanın bölgedeki yaşamı ballandırarak anlatışının
rolü büyük.
Bu arada İzlandalılar
dillerine çok önem veriyor. Eski Viking dili olan norse diyalektinden direk
türeyen ve modern İskandinav dilleri içinde Viking diline en çok benzeyen dil
İzlandaca. Hatta bazı harfleri runik alfabeden değişmeden alınmış. Oldukça zor
bir dil ancak hoş bir tınısı var. Yol boyunca saatler boyu İzlanda
radyolarındaki konuşmaları hiç anlamadan sadece dilin melodisinden dolayı
dinlediğimi itiraf etmeliyim. Rejkjavik’te ilk iş olarak bir İzlanda gramer
kitabı edinmiştim ancak pek bakmaya
fırsatım olmadı. Bununla birlikte İzlanda’da hemen herkes oldukça düzgün
İngilizce konuşabiliyor. Meramınızı anlatma sıkıntısı yaşamadığınız bir yer
İzlanda. Kopasker’e istemeyerek veda ederek yolumu Asbyrgi üzerinden balina
avcılarının ve balina gözlemcilerinin şehri, aynı zamanda büyük bir balina
müzesine de ev sahipliği yapan Husavik’e
çeviriyorum. Husavik’te balina müzesini gezdikten sonra hala balina avcılığı
ile uğraşıldığını bildiğimden balina eti yemeye karar veriyorum. Tüm restoranlar
beni biz whale friendly’yiz yani balina dostuyuz diyerek geri çeviriyor. Peki
diyorum nereye gidiyor bu balinalar ? Cevap yok. Limanda İzlandalıların fish
and chips dediği bizdeki balık ekmekle kıyaslayacağımız mütevazi bir yemekten
sonra yine yoldayım. Buzlu dağlarla
çevrili Holasandur çölünden geçiyorum. Burası yanlış arazi kullanımıyla da
genişlemiş çöl görünümlü bir arazi. Tarifsiz bir esrarengizliği var, kırmızıya
çalan topraklarıyla yabancı bir gezegeni andırıyor. Holasandur çölünden sonra
uzakta Myvatn gölü ve onun yeşil hinterlandı görünüyor. Bu gölün kıyısında
oldukça fazla turisti cezbeden Reykjahlid şehri yer alıyor. Bir çok volkanik
oluşumun ve meşe fundalıklarının irili ufaklı yüzlerce gölün bir periler ülkesine çevirdiği bu bölgede
cüceler,periler ve esrarengiz varlıklara inanç oldukça fazla.
Bu arada
İzlandalıların % 50 si perilerin varlığına inanıyor. Huldivolk yani gizli halk
olarak adlandırılan bu varlıkların sisler, buzullar ve taş çölleri içinde var
oldukları düşünülüyor. Hatta onları rahatsız etmemek için yollar ve yapılar
planlanırken bu konuya azami dikkat ediliyor. Huldivolk inancı İzlanda’da bir
realite. Eğer bahçesinde hiç dokunulmadan bırakılmış koca bir kaya olan bir ev
görürseniz bilin ki o kaya perilerin evi olduğu düşünüldüğünden ve onları
rahatsız etmemek için bırakılmıştır. İzlandalılar bu konuda konuşmaktan ve bu
inançlarının sorgulanmasından fazla hoşlanmıyor. Myvatnsheidi’yi hayranlıkla
ardımda bırakarak Laugar ve Svalbardseyri üzerinden yola devam ediyorum. Yolda
hava kararmadan Viking şeflerinin Hristiyanlığı kabul ettikten sonra eski pagan
tanrılarının heykellerini attıkları ve bu nedenle Godafoss yani tanrıların
şelalesi olarak olarak adlandırılan doğa harikasını da ziyaret ediyor ve
sonrasında İzlanda’nın en büyük ikinci
şehri olan Akureyri’ye yol alıyorum. Akureyri’nin ışıkları uzaktan görünüyor.
Soğuk ve yağmurlu bir gece. Vardığımda saat 22 ve şehirde tüm dükkanlar kapalı.
Şehirde kısa bir tur atıyor ve ölgün bir Cafe Amour’da yerel bir sanatçının balladlarını dinleyerek
yarınımı kurguluyorum. Ertesi gün yine bol balıklı bir kahvaltının ardından Dalvik,Siglufjördr,Hofsos
üzerinden Siglufjördur’a ulaşıyorum. Burada ihtiyar bir denizcinin işlettiği
küçük restaurantta Balina bifteği bulunur notu var. Nasip burayaymış. İki
İzlandalı denizci kardeşin işlettiği bu restaurant limanda yer alıyor.
Kardeşler 70 li yaşlarda ve dünyada neredeyse görmedikleri yer kalmamış.
Ermeni
soykırımı suçlamasından, Kürtleri niye öldürüyorsunuza, oradan Erdoğan’a ve
Türk ekonomisine ilginç bir sohbetimiz oluyor. Bu arada İzlandalılar özellikle
fanatik Hristiyan olanları, Türklerden ve Müslümanlardan hiç hoşlanmıyorlar.
Türkler İzlandalıların kafasında bir travma. Zamanında drakkarları (longboat) düzüp Avrupa’yı yağmalayan Vikinglerin
torunları 20 Haziran-19 Temmuz 1627 tarihinde Osmanlı denizcileri tarafından
baskına uğruyor. İzlandalıların hala Tyrkjaránið olarak hatırladığı bu baskınla Türkler 1000 civarında esir
almışlar ve İzlanda’nın altını üstüne getirmişler. Belki birçoğunuzun ilk defa
duyduğu ve hadi canım ,Türkiye nere İzlanda nere diyeceği bu durum Osmanlı
denizciliği ve kudretinin geldiği noktayı anlamak açısından da önemli. İzlandalılar bu konuyu bayağı bir
mesele yapıp üstüne kitaplar yazmışlar.
Bu arada İzlandalıların öyle çok misafirperver barışçıl insanlar olduğu
sanılmasın. İzlandalılar 1615 yılında yani bizimkiler gelmeden kısa süre önce,
gemileri batıp kıyılarına vuran 80 İspanyol balina avcısını acımasızca
katletmişler. Bu olay tarihlerinde “Spanverjavigin” olarak bilinir. Yani
İspanyolları avlamak…
Herneyse..ben yine yalnız bir gezgin olarak buradan yola
çıkarak Skagafjördur körfezi boyunca devam ederek ,Saudarkrokur şehrini geçtim
ve akşam üstü Gaukstadir’de doğal bir
kaplıcada birkaç turistle birlikte kuzey denizin soğuğu,gün batımı ve taşların arasındaki
sıcak suyun keyfini çıkararak geceledim. Ertesi gün hedefim İzlanda’nın gizemli
şehirlerinden Holmavik. Kilometrelerce süren toprak yollar, ıssız ve tekinsiz
koyları aşarak ulaşıyorum bu sessiz kente. Şehirde tüm dünyada bilinen
“büyücülük müzesi” var. Izlanda’nın batı fjördları bask katliamıyla meşhur
olduğu kadar büyücülük ve cadılık faaliyetleriyle de meşhur. İşte bu müzede
birbirinden tuhaf ve ürpertici büyü malzemeleri, canlandırmalar ve figürleri
görmeniz mümkün. Aynı zamanda çok iyi bir tarihi kayıt geleneğine sahip
İzlandalıların Allthing’de gördüğü cadı davaları, suçlamalar ve cadı yakmalar
konusunda bir çok kayıt ve belge var. Pek hoşlanmadığım bu yerden ayrılarak
yine uzun bir yolculukla Steingrimsfjardarheidi kırlarını aşarak, inanılmaz bir
doğa harikası olan Dynjandi şelalelerini ziyaret ederek, sisli ve uçsuz
bucaksız batı fjördları boyunca güneşi izleyerek yoluma devam ederek ve yer yer
deniz kenarında tembellik eden fokları seyrederek Isafjördur şehrine ulaşıyorum. Burası 2900 kişinin
yaşadığı eski ve köklü bir ticaret şehri. Çok karakteristik yapıları var.
Yüksek dağlarla çevrili bir fjorda gizlenerek kurulmuş. Issız sokaklarda bir
şehir turunun ardından dinlenmeye çekiliyorum. Ertesi gün batı fjördlarını
takip ederek çok uzun bir yolculuğun ardından Thingeyri, Bildudalur,Talknafjördur,Rejkholar,Budardalur’u
geçip Skogarströnd’ün sisli kıyıları boyunca ilerleyerek efsanevi Helgafell
dağının eteğine geliyorum.
Korkunç bir fırtınanın beni karşıladığı Helgafell
dağı Vikingler döneminde ruhların Valhalla’ya giderken kullandıkları bir geçit
olarak görülmüş ve çok kutsal sayılmış bir yer. Hristiyanlık döneminde de
buraya bir kilise inşa edilmiş ve kutsallık devam etmiş. İsmi dağ ancak
yüksekliği 70 metre olan bir volkanik kütle. İnanca göre bazı zamanlar üstüne
çıkıp bakılınca Valhalla’nın ışıkları görülebilirmiş. Geceyi pek kabul
görmemesine rağmen burada geçiriyorum. Sabah yakınlardaki çiftliğin öfkeli
sahibi tarafından uyandırılıyorum. Bende madem uyandım deyip dağa çıkıp etrafı
seyrediyor ve kuzeylilerin burayı neden bu kadar önemsediklerini anlamaya
çalışıyorum. Artık dönüş yolundayım. Başladığım yere fazla bir şey kalmadı.
Önce Stykisholmur şehrinde kahvemi içiyor sonra Grundarfjördur,Olafsvik
üzerinden gizemli Snaefelsjökull buzuluna tırmanmaya çalışıyorum. Aracın
gideceği yere kadar gidiyorum ancak bir yerde buzullar yolu bloke etmişler.
Hava sisli ve yağmurlu, Snaefelsjökull efsaneye göre yer altına giden mağara
sistemlerine sahip bir volkan. Hatta Jules Verne’in ünlü eseri “Arzın merkezine
seyahat” romanında kahramanlar dünyanın merkezine buradan ulaşıyorlar. Son
dönemde dünyanın bir çok yerinden buraya ufo gözlemeye gelen gruplar olduğunu
öğreniyorum. Söylentiye göre oldukça fazla ufo vakası görülüyormuş. Ben hiçbir
olağan üstülüğe tanık olmadan,kötü hava ve sert rüzgardan ümitsiz şekilde
Hellisandur’a indim.
Oradan yoluma devam ediyor ve yolda Snaefelsjökull’u
hayranlıkla izleyen turist kafileleri ve dağcılar görüyorum. Bu arada İzlanda’nın
rüzgarı tam bir canavar. Arabayı kiralarken inip binerken kapılara dikkat edin
diye uyarıldım. Rüzgar kontrolsüzce açılan kapıları koparıyor. İşte böyle bir
rüzgarda yürümeye çalışan bir hikingciyi arabama alıyorum. Hollandalı 60 lı
yaşlarda bir yazılım mühendisi olan bu adam tatillerini İskandinavya da yürüyüş
ve kamp yaparak geçiriyormuş. Birlikte Rejkyavik’e kadar gideceğiz. Yolumuz
üzerinde son olarak Borgarnes’de Egill
Skallagrimsson müzesine uğruyorum. Burası sagaların delişmen kahramanı şair ve
savaşçı, Odin’in gözdesi Egil’in hayatının canlandırıldığı bir müze. Sagaları
ve o dönemin hayatını görsel olarak gözden geçirdikten sonra yola çıkıyor ve Hollandalı yol arkadaşımla
kültür,tarih ve güncel üzerine konuşarak Rejkyavik’e yani başladığım yere
geliyoruz ve ayrılıyoruz. Evet Vikingistan’ı burada bitirdim. Üzerimde tuhaf
bir şaşkınlık ve görüp yaşadıklarımı anlamama var. Türkiye’ye dönünce herşeyin
oturacağını düşünerek Rejkjavik’in gece hayatını incelemeye dalıyorum.
İzlanda 300 000 nüfusa sahip 102
775 km2 lik bir ülke. Ülkede sebze meyve adına hiçbir şey yetişmiyor. Özellikle
batı Avrupa ve İber yarımadasıyla ticaret yapan ülke her şeyini dışardan
alıyor. Geçirdikleri ekonomik buhrandan
sonra kemer sıkma politikaları ile toparlanmış ve kendi yağı ile kavrulma
kararı almış bir halk. Dünyanın en pahalı ülkelerinden biri. Geçim kaynakları Açıkdeniz balıkçılığı,
Transatlantik taşımacılığı,koyun ve at yetiştiriciliği ile turizm. Kişi başına
55 000 usd milli geliri var. Ülkede tuvaletlerde dahi kredi kartı geçiyor, her
yerde internet var, herkes İngilizce konuşuyor,her şehirde bir yüzme havuzu
var, herkes müzikle uğraşıyor .Kültürleri içki ile yoğrulmuş insanların
yaşadığı bu ülkede Alkollü içkiler Vinbudin denilen özel shoplarda satılıyor ve
bu shoplar sabah 11 akşam 18 saatleri
arasında açık.Saat 18 den sonra hiçbiryerde içki satışı yok. 18 yaşın altında kimseye alkol satılmıyor.
Bizde bakkallarda bile satılan bira orada yüksek alkollü içkiler sınıfında.
Benzinliklerde ve marketlerde ancak % 3 alkol oranına kadar olan biraları
bulmak mümkün. İzlanda da soğuk kış gecelerinde erkeklerde kadınlarda kazak
örüyor. Kendilerine özgü yünden yaptıkları fiyatı 100 eurodan aşağı olmayan
güzel kazakları var. İzlandalılar kurallara ve birbirlerine son derece
saygılılar. Ülkede polis asker yok denecek kadar az. Gezdiğim onca doğa
harikasında bir tane bile bekçi yoktu. Sanılanın aksine uzun boylu adamlar
değil bu Vikinglerin torunları,bu arada Avrupa’nın en safkan ırkı burada
yaşıyor. Sarışın mavi göz oranı tüm Avrupa’dan daha fazla ve tüm Avrupa’da nüfus
gerilerken İzlanda’da artıyor. Ben kuzeylileri soğuk insanlar olarak bulmadım.
Onları tarif etmek için soğuk yerine ciddi ve ağırbaşlı kelimeleri daha uygun.
1100 yıldır bu çetin coğrafya da doğayla mücadele ederek yaşamayı öğrenmiş ve
böyle dengeli bir toplum yaratabilmiş insanların bireysellikleri,irade ve öz
bilinçleri çok yüksek. Tüm kuzeyli halklar gibi içe kapalılar ancak sanırım
İzlandalılar biraz daha kapalı. Bunda kendilerine özgü ve pek dile
getirmedikleri egsantrik inançlarının da payı yok değil. İzlanda’dan geriye
kalanlar bunlar. Sagaları baştan aşağıya okumaya ve İzlandaca öğrenmeye karar
veriyorum. Buraya sanırım yine geleceğim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder