Çocukluğumdan beri hayal ettiğim İskoçya seyahati için bütün detayları planlamıştım. Kuzey’de sisler ve yağmurlar arasında yer alan, tarih boyunca tuhaf ,inatçı ve savaşçı halkların sürekli bir hareket içinde devindiği, Britanya Kraliyet tacının en değerli mücevheri olan bu ülkenin derinliklerine nüfuz etmek ve onu yaşamak için tam 3 haftalık büyük bir seyahat planladım. Planlarıma göre seyahatim Edinburg’da başlayacak. Araba kiralayarak İskoçya’nın doğu sahili boyunca kuzeye ilerleyecek , kuzey kıyılarını takip ederek batıya geçecek ve oradan aşağıya doğru batı kıyılarını takip ederek Glasgow şehrine ulaşacağım. Glasgow’dan sonra Edinburg’a dönecek ve seyahatimi böylece tamamlayacağım. Bu seyahat süresince İskoçya’nın büyük şehirlerinden çok köyleri, kasabaları ve küçük şehirlerinde olacağım. Seyahatimde İskoçya’nın eşsiz yabanıllığını yaşama fırsatı da yaratacağım ve değişik yerlerde kamp kuracağım. İskoçya seyahatimin planını tamamen tek başıma yaptım, seyahat boyunca hiçbir tur programından destek almayacağım. Bu koca ve gizemli ülkede eşimle birlikte sonuçları kestirilmez bir maceranın içine atıyoruz kendimizi.
8 Mayıs 2017 Pazartesi :
Bu gün İstanbul- Edinburg uçuşunu yapıyoruz. Direk uçuşumuz dört saat sürüyor.
Keyifli bir yolculuk oldu. İniş esnasında İskoçya’nın ıssız highland platoları
ve araya serpiştirilmiş , Gael dilinde Loch denen küçük gölcükler ve çam
ormanlarını heyecanla seyrediyor ve bir an önce bu maceraya atılmak için
sabırsızlanıyorum. Maceranın ilk durağı araç kiralama şirketi. Burada yaklaşık
1 saat prosedürler için bekliyoruz. Sonunda aracımızı alıyoruz ancak İskoçya
macerasının en stresli safhaları bundan sonra başlayacak. Birleşik Krallık
trafik uygulamalarının bir parçası olarak İskoçya’da da direksiyon sağda, yol
soldan akıyor. Tüm trafik buna göre düzenlenmiş. Türkiye’de iken bu konuda
dinlediğim hikayeler bende biraz strese sebep oldu. Sol tarafları vurulan
arabalar, Britanya trafiğinde araç kullanmayı başaramayan şoförler beni
düşündürüyor. Ancak direksiyona geçtiğimde geri dönüş yok. Ben bu parkuru
başarı ve keyifle bitireceğim diyorum eşimin de desteğiyle. Kazasız belasız
yaklaşık 3000 mil sürecek bu parkuru bitirmek en büyük hedefim. İlk hedefimiz
İskoçya’nın kalbi olarak kabul edilen Stirling.
Bir taraftan arabaya alışmaya çalışıyor, bir yandan trafiğe uyum
sağlamaya gayret ediyor bir yandan da Edinburg’un kalabalık otoyollarında tabelaları kontrol ederek Stirling’e doğru
ilerliyoruz. Ayça’nın navigasyonla yürüttüğü yardımcı pilotluk olmasa işim
oldukça zor olabilirdi. Yolda ara ara yaptığım kural ihlalleri ve hatalar İskoç
şoförleri bile çileden çıkarıyor, öfkeyle korna çalıyorlar. Biz ilerledikçe
İskoçya’nın sonsuz yeşil ve masalsı bir karaktere sahip peyzajı kendini
gösteriyor. Yer yer gözümüze çarpan çiftlik evleri ve meşe korulukları çok
şirin. Otoyollarda Edinburg’un hemen dışında bile dikkat geyik çıkabilir
uyarıları bu ülkenin iyi korunmuş yaban hayatı konusunda fikir veriyor. Arabayı
akşam üstü aldığımız için zamanımız kısıtlı. Ancak kuzey ülkelerine özgü uzun
gün ışığının avantajı ile ilerliyoruz. Stirling’te nerede kalacağımızı
planlamadım. Bir yerlerde kamp kurmayı hedefliyorum. İhtiyaçlarımız için bir
süpermarkette durup alışveriş yapıyoruz. Buraların en yaygın alışveriş merkezleri
Tesco’lar ne ararsanız bulmak mümkün. Biz hızlı, hazır gıda ihtiyaçlarımızı ve
içeceklerimizi alıyoruz. Yolda gördüğüm tüm doğal alanlar dikenli tellerle
çevirili. Kamp kurabilecek yer görünmüyor. Kamp yerleri neredeyse otel
fiyatları kadar pahalı olduğundan ve doğal görünmediğinden oraları da tercih
etmek istemiyorum. Hava karardığı halde
hala uygun bir yer bulamayınca Ayça devreye giriyor ve bookings.com dan
bölgedeki en uygun yerleri sıralıyor. Rotamızı Stirling Üniversitesinin
kampüsündeki bir otele çeviriyoruz. Gece nereyse 23 te otele giriyor ve bu ilk
stresli günün ardından dinlenmeye geçiyoruz.
9 Mayıs 2017 Salı : Sabah
4 ‘te aydınlanan havanın da etkisiyle erkenden kalkıyor ve kahvaltıya iniyoruz.
İskoçların çok övündükleri kahvaltıları bize hiç te sevimli görünmüyor. Bir
çeşit kuru fasülye, domuz sosisi, pastırması, mantar, jelleşmiş reçeller,
kızarmış domates bu kahvaltının öğelerini oluşturuyor. İskoçya bir hayvancılık
ülkesi olmasına rağmen menüde peynir yok. İlerleyen günlerde rastladığımız
peynirler ise zavallılık derecesinde kötü. Sınırlı kahvaltımızın ardından hedefimiz William Wallace anıtı
oluyor. William Wallace popüler lügatçede namı diğer Braveheart İskoçya’nın İngiltere’ye karşı 1200 lü yıllarda verdiği
bağımsızlık savaşını ateşleyen lider bir figür. Wallace İskoçyalılar için
özgürlük ve cesaret demek. 1297’de Lanark kasabasındaki İngiliz şerifi
öldürerek bütün İskoç kılanlarının katıldığı bir isyanı ateşleyen küçük bir
toprak sahibi olan Wallace, yine aynı yıl Surrey Kontu John de Warenne ve I.
Edward’ın hazinecisi Hugh de Cressingham tarafından liderlik edilen büyük
İngiliz ordusunu Stirling köprüsünde bozguna uğratmayı başarır. Surrey Kontu
öldürülür. Bundan sonra İskoçya’nın muhafızı ünvanını alan ve 1298’de şövalye
ilan edilen Wallace, güneye doğru ilerlemeyi sürdürür ve York’u yağmalar.
Tehlikenin önemini fark eden İngiliz soyluları Kral I. Edward’ın etrafında
birleşirler. Edward büyük bir orduyla Kuzeye doğru ilerler. İngiliz ordusu ile yüzleşmekten kaçınan ve Edward’ı İskoçya
içlerine çekmeyi hedefleyen Wallace ve İskoçya ordusu Falkirk savaşında
İngilizleri karşılar. İskoçlar mağlup olur. Wallace destek aramak için
Fransa’ya gider. Bu sırada Robert Bruce İngilizlerle anlaşır ve İskoç
bağımsızlık hareketinin liderliğini alır. Wallace dışlanır. İngilizler başına
ödül koyarlar. Bir süre kaçak gezen Wallace 1305 yılında Glasgow yakınlarında
yakalanır. İngilizleri onu Londra’da asar, cesedini parçalar ve kafasını da
Londra Köprüsüne asarlar. Wallace ölse de İskoçya için bağımsızlık sembolü olur
ve İskoçlar 1861 de başlanan, 1869 da
tamamlanan büyük bir ulusal anıt inşa ederler.. Anıt İskoçya’da bulunan
irili ufaklı 20 Wallace anıtından en büyüğüdür ve Glasgow’lı mimar J. T.
Rochead tarafından yapılmıştır. 67 metre yüksekliğinde, 3 ana bölümden oluşan
ve 246 basamakla en üst katına çıkılan
bir yapıdır. Yapının içinde başta William Wallace’ın orijinal kılıcı olmak
üzere, Wallace’ın özgürlük mücadelesine
ve savaşlarına dair enstantaneler, o dönemdeki savaşçılara ait silah ve
zırhlar, hall of heroes yani kahramanlar salonu bölümünde İskoçya’nın dünya
tarihine mal olmuş önemli Figürlerinin büstleri, en üst katta da muhteşem bir
Stirling manzarasına bakan, tarihi bir çatı katı bulunur. Buradaki
ziyaretimizden sonra orman yollarını kullanarak tepeden aşağı üniversite
bahçesine doğru iniyoruz. İskoçlar park ve bahçelerde bile doğayı olduğu gibi
bırakmayı seçerek doğal ağaç, çalı ve çiçeklerin gelişmesine izin veriyorlar.
Bizde olduğu gibi her park alanına süs bitkileri ekmek, o yörede yetişmeyen
ithal ağaçlarla süslemek alışkanlıkları yok. Ayrıca park alanlarında da tavşan,
sincap yer yer karaca gibi memelilere rastlamak mümkün. Bütün bu güzellikler arasından Stirling Üniversitesi
bahçesine iniyoruz. Üniversitenin kampüsü benim hayatımda gördüğüm en güzel
kampüs. Böyle bir okulda yeniden öğrenci olmak için her şeyden vazgeçmeye değer
diye düşünüyorum. Koruluklar, göller, golf sahaları, çiçek tarlaları, kaya
bahçeleri, küçük dereler ve bunların arasına serpiştirilmiş okul binaları
muhteşem. Ayça ve ben hayretler içerisinde kalıyor ve keyifle bu güzel okulu
geziyoruz. Okulda bizim okullarda olduğu gibi güvenlik görevlileri, polisler
yok. Elimizi kolumuzu sallayarak okul koridorlarında dolaşıyoruz. Üniversitede
8000 civarında öğrenci var, bunların % 20 si yabancı. Genç bir üniversite olan
Stirling dünya genç üniversiteler sıralamasında 46. Sırada, dünya
üniversiteleri sıralamasında da 305. Sırada yer alıyor. Bu güzel kampüsten
ayrılıp eski Stirling şehrine Stirling kalesini görmek için hareket ediyoruz.
Şehir ortaçağdan kalma evler, taş sokaklar ve tarihi yapılarıyla olduğu gibi
duruyor. İskoçlar şehirlerinin tarihsel karakterlerini muhafaza ediyorlar. Biz
öncelikle biraz alışveriş yapıyor, sonra da şehri gezmeye çıkıyoruz. Şehirde
güzel bir Wallace heykeli mevcut. İlk olarak Church of Holy Rude’u ziyaret
ediyoruz. Şu an bir presbiteryen kilisesi olan yapı 900 yıllık. Kilise 1129 yılında Kral I. David zamanında
yapılmış ve kilisenin en önemli özelliği bir coronation kilisesi olması, İskoç
Kraliçesi Mary, Kral VI. James bu
kilise de taç giyen kişiler. Kraliçe II. Elizabeth ise atalarının taç giyme
töreninin canlandırılmasını izlemek için bu kilisede yapılan bir törene katılıyor
1997 yılında. Kilisenin İncil’den hikayelerin anlatıldığı vitraylarını çok
beğeniyorum. Kilisenin mezarlığını
geziyoruz. İskoçlar obelisk şeklindeki mezar taşlarını seviyorlar.. Bazı
mezarlar kubbe şeklinde. Birçoğunda masonik semboller var. Yüksek
bir tepeye çıkarak İskoçya’nın en eski yapılarından biri olan Stirling Kalesini
seyrediyoruz. Bu kale İskoç Lowlandları ve Highlandlarını birbirine bağlayan
volkanik ve tarihsel bir broşa benzetilir. 1200 lü yıllardaki İskoç bağımsızlık
savaşları sırasında kale etrafında kanlı savaşlar olmuş ve kale İskoçlar ve
İngilizler arasında sık sık el değiştirmiştir. Yolumuzu Perth şehrine
çeviriyoruz. Perth İskoçya’nın eski başkenti olarak ta bilinen Tay halicinin
ucunda merkezi bir noktada. Biz ulaştığımızda dükkanlar kapanmış. İskoçlar saat
18 30 dan sonra çalışmıyorlar. En turistik yerlerde bile durum böyle. Bizde
açık pub ve restaurantlar dışında bir şey bulamıyoruz. İskoçların geleneksel
tadları Haggis’ten oluşan bir akşam yemeğinden sonra yola devam ediyoruz. Haggis
kuzunun midesinde kalp,ciğer ve etin küçük parçalar halinde bol baharatla
pişirilmesinden oluşuyor. Bir de üstüne yumurta kırıyorlar. Ben severek yedim.
Akşam olmadan bir kamp yeri bulmak için yola çıkıyoruz. Doğa çok güzel ama
İskoçlar her yeri parsellemiş ve tellerle çevirmişler. Orman yolları bile demir
kapılarla kapatılmış ve büyük kilitlerle kitlenmiş durumda. Yavaş yavaş
sinirleniyorum. Sanırım kimse kamp kurmasın herkes paralı yerlerde kalsın diye
oldukça detaylı çalışılmış. Bu arada İskoçya’da kamp serbest ama yaya
dolaşamayacağınız için aracınızla ya da karavanınızla bir orman yoluna girmeniz
mümkün değil. İskoçya ormanları yayalara açık arabalara kapalı görünüyor. Her
şeye rağmen ben açık bir orman yolu buluyor ve giriyorum. Altımda 4x4 bir araç
var. Altı çok yüksek olmasa da bozuk orman yolunda beni epey götürdü. Güzel bir
kamp yeri buluyor ve çadırı kuruyoruz. Yerleşim yerlerinden uzaktayız. Glamis
şatosu yakınlarında olduğumuzu biliyorum. Yolumuzun üzerinde Forfar şehri
var. Kamp ateşi yakıyor ve güvenlik için
kısa bir tur atıyorum. Kendi ülkemizden binlerce kilometre uzakta yabani bir
ormanda kamp kurmak keyifli ancak yine de tetikte olmak lazım. Güzel bir gece
geçiriyoruz. Orman sürekli oradan oraya uçan sülünlerin bağırtılarıyla inliyor.
İskoçya ormanları sülün dolu, yolculuk boyunca defalarca yol kenarlarında
koşuşan sülünlere rastladık. Av mevsimi dışında kesinlikle avlanmayan
İskoçyalılar için ormanlarında bu tip canlıların olduğunu bilmek bir keyif.
Avcılık ise önceliği doğayı ve canlıyı korumaya ve üretmeye veren bir centilmen
sporu. Bizde hem doğal alan tahribatları, hem kökünü kurutmaya odaklı avcılıkla
kıyaslayınca burada avcılık oldukça medeni bir uğraş gibi görünüyor.
10 Mayıs 2017 Çarşamba Ladin
ormanında taze bir sabaha merhaba dedikten ve güzel bir kahvaltından sonra
ormandan ayrılıyoruz. Yolda bu bölgelerde çok yaygın olan ve İskoçya’nın ilk
yerlileri olan Pictlerden kalan bir anıt taş görüyoruz. Bir tarafından pagan
semboller varken diğer tarafında keltik bir haç çizilmiş. Özellikle yolumuzun üzerinde Mejgle’de pict taşlarından
oluşan güzel bir müze var. Pictler hala kökenlerine dair tartışmalar yaşanan
gizemli ve savaşçı bir halk. Kimileri onların Kelt kökenli olduklarını belirtse
de kimileri onların efsanevi Hyperborea kayıp ülkesinin insanları olduğunu
düşünüyor. Tarihçiler onların uzak bir geçmişte İskandinavya’dan göç ettikleri
konusunda hemfikirler. Romalıların
savaşla dize getiremediği ve şerlerinden korunmak için tarihi Antonin ve Hadrianus
duvarlarını inşa ettiği bu halka savaşlarda yüzlerine sürdükleri mavi boyalar
için Pict adını verdiğini biliyoruz. İstikametimiz
Glamis Şatosu . İskoçya’nın en güzel şatosu olarak bilinen bu şato benim
de gezdiğim ilk şato olacak. Şato 600 yıllık bir tarihe tanıklık ediyor. Tarihi
1300 lü yıllarda başlayan Şato , Shakespeare’in ünlü Macbeth oyununda
bahsedilen Macbeth’in kral Duncan’ı öldürdüğü yer olarak kabul ediliyor. Glamis
şatosunun benim için en heyecan verici tarafı burada hala soylu bir ailenin
yaşamaya devam ediyor oluşu. Giriş için bilet alırken bize şatoyu anlatan yaşlı
İskoç’un buradan yaşıyan var mı soruma : “ evet Lord Strathmore yaşıyor , onu
tanımıyor musunuz ? “ çıkışması
ilginçti. Lord Strathmore daha doğru bir ifadeyle Simon Patrick Lord Glamis 19.
Strathmore ve Kinghorne Lordu bu şatoda yaşıyor. Bu nedenle şatonun bazı
bölümleri ziyarete kapalıyken muhteşem gezintimiz esnasında burası özel bir
mülk olduğu için içeride fotoğraf çekmemize de izin verilmedi. Şatonun içinde
gördüğüm şeyleri tarif etmem sayfalar sürer. Onu kendime bırakıyorum. Bu
şatonun Britanya kraliyet tarihi için özel bir önemi var. 1372 Yılında Sir John
Lyon’a Kral II. Robert tarafından Glamis Lordluğu veriliyor. Sir Lyon Kralın kızı olan Prenses
Joanna ile evleniyor ve ailenin kökeni
bu evliliğe dayanıyor. İngiltere
Kraliçesi I. Elizabet Lord ve Lady Glamis’in kızları. Kraliçe II. Elizabet’in
kardeşi Prenses Margeret ise bu şatoda doğuyor. Yazları iki kardeş bu şatoda
geçiriyorlar. Kraliçe II. Elizabeth hala bu şatoyu çok seviyor ve ziyaret
ediyor. Kendisinin çocukluğundan beri tasarımı bozulmadan bırakılmış bir
odasını da gördük. Şato kraliyet ailesi ile oldukça irtibatlı . Lord Strathmore
Kraliçe II. Elizabet’in kuzeni oluyor. İskoçya ve İngiltere taçlarının birleştiği ilk kral Kral VI. James ile Glamis Lordu arkadaşlar.
Kral sık sık bu şatoyu ziyaret ediyor. Odalardan birinde İngiliz tacının
sembolü olan kırmızı gül ile İskoç tacının sembolü olan deve dikeninin yan yana
gelişini simgeleyen güzel bir duvar süslemesini görme şansım oldu. Şatonun içini gezdikten sonra devasa meşe
ağaçları, asırlık ladinler ve muazzam
çiçeklerle süslü bahçesini geziyoruz. Kraliyet ailesinin miniklerinin sadık
köpekleri için yapılan küçük bir mezarlık dikkatimi çekiyor. Ayça ile tüm bahçeyi dolaşıyor ve şato arazisinden
geçen bir nehrin kenarında termosuzda hazır ettiğimiz earl grey çayımızı
yudumlar ve shortbreadlerimizi yerken,
nehir kıyısında görebileceğimiz söylenen su samurlarına bakıyoruz. Bu
güzel şatodan çok zor ayrılıyor ve istikametimizi bir liman şehri olan
Dundee’ye çeviriyoruz. Dundee küçük ve güzel bir şehir. Çok zengin ve lüks bir
şehir havasında değil Dar gelirlilerin yaşadığını düşündüğüm çok katlı apartman
daireleri gözüme çarpıyor. İskoçya’da orta ve yüksek gelirlilerin hepsi
müstakil bahçeli, klasik İskoç mimarisinde yapılmış evlerde yaşıyorlar. Sadece
dar gelirliler, göçmenler ve diğer düşük gelir gruplarının apartman
dairelerinde yaşadıklarını görebiliyoruz. Dundee’de bir öğle yemeğinin ardından
yola koyuluyoruz. Hedefimiz Grampian dağlarını geçerek , İskoç highlandları
üzerinden Aberdeenshire’a ulaşmak. Oralarda bir kamp yeri bulabileceğimi
düşünüyorum. Cairngorms Milli Parkının
içinden geçen yolumuzda ormanlar, gölller, karlı highland zirveleri, yer yer
sis ve yağmurla sergilenen görsel bir şölen eşliğinde harika bir yolculuk
yapıyoruz. Bir ara yol kenarında geyik
sürülerini görüyor ve arabadan iniyoruz. Bu muhteşem hayvanlar
highlandların ürpertici peyzajı içinde
bizi birkaç dakika süzdükten sonra kaybolup gidiyorlar. İskoçya’nın neredeyse 5
katı büyüklüğünde bir ülke olmamıza ve çok daha geniş doğal alanlarımız
bulunmasına rağmen böyle yol kenarlarında, doğal ortamlarında geyik görmek
imkansız. Yola devam ediyoruz. Yine akşamüstünü geçtik. Her gittiğim kentten
büyük bir heyecanla aldığım cdlerdeki İskoç ezgilerini dinleyerek bu gizemli dağları
geçiyoruz. Grampian dağlarının diğer tarafına geçtikçe orman başlıyor. Uzakta
kraliyet ailesinin mülkü olan Balmoral şatosu arazileri var. Kamp yeri arıyorum
fakat her yer çevrilmiş ve parsellenmiş, geç saatlere doğru Glen Dye yakınlarında bir ormanda kamp
kuruyoruz. Zemini yosunlarla kaplı ıssız ve sessiz bir ladin ormanı. Güzel bir
kamp ateşi yakıyor ve akşam yemeği yiyoruz. Gece ormanın derinliklerinden gelen
havlama ve haykırma sesine benzer bir sesle irkiliyoruz. Bir hortlak sesine
benzeyen bu ses bana İskoçların meşhur hayalet hikayelerini hatırlatıyor. Ayça
ne oldu diye irkiliyor. İskoçya canavarı diyorum gülerek.
11 Mayıs 2017 Perşembe Bu
güzel orman sabahında erkenden uyanıyor ve ateşi tazeliyor, çay demlemeye
girişiyorum. Ormanda köpeği ile yürüyüşe çıkmış bir İskoçla selamlaşıyor ve
konuşuyoruz. Gece ormanda duyduğum sesi soruyorum. Karaca olduğunu söylüyor.
Karacaların bu kadar gürültücü hayvanlar olduğunu bilmezdim. Bizim ülkemizde
sessiz yaşamaya alışmış olmalılar. Muhtemelen ormanda yaktığım ateşten dolayı
ormanı sahiplenmiş olan bu karaca bütün gece bağırarak beni korkutmak istedi. Kahvaltıdan
sonra hedefimiz Abeerden. Bu büyük ve güzel liman şehri muhteşem heykeller ve
her biri birer sanat eseri olan kamu binalarıyla süslü güzel bir şehir. Kuzey
denizi kıyısında yer alıyor ve 215 000 civarında bir nüfusu var. Burada çok
vakit geçiriyoruz. Şehri gezmek büyük keyif. Angus bifteğinden oluşan özel bir
burger menüsünü de burada deniyor ve çok memnun kalıyoruz. İskoçya’ya özgü bir
sığır türü olan Angus etlerinin yaklaşık 30 gün bekletilmesi yoluyla
yumuşatılarak elde edilen bir biftek türü. Yemekten sonra Ayça’yı kolundan
çekerek kitapçılara sokuyorum. Benim için kitap alışverişi olmazsa olmazlardan.
Doğa bilimleri ve sosyal bilimlere dair güzel kitaplar buluyorum yaşlı bir
İskoç hanımın işlettiği bir sahafta. Kitapları koyacak torbaya ihtiyacımız
olunca İskoç hanım 10 peny diyor. İskoçlar poşet kirliliği yaratmamak için olsa
gerek kendi torbalarını yanlarında taşıyorlar alışverişlerde. Torba almak
isterseniz her yerde bir para ödemeniz gerekiyor. Benim bozuk param
çıkışmayınca arkamda sıra bekleyen yaşlı
bir beyefendi benim yerime torba parasını ödüyor nezaketle. Cimri ve soğuk
insanlar oldukları düşünülen İskoçların bana hiç te öyle gelmediğini
düşünüyorum. Aberdeen çıkışında kavşakta yalnışlıkla soldan gelen Polis
arabasına yol vermeyi atlayınca polis sireniyle bir anda durduruluyoruz.
Ehliyet ve evrak kontrolü. Şimdi yandık diyorum. Bu arada arabada geleneksel
İskoç şarkıları çalıyor. Turist olduğumuzu ve ilk defa Britanya da araç
kullandığımızı belirtince polis bizi uyarmakla yetiniyor. Ucuz atlattığımız
konusunda hemfikiriz. Aberdeenden kuzeye doğru sürüyoruz. Sağımızda Kuzey denizi solumuzda yeşil İskoç
kırları. Önümüzde Peterhead kasabası var.
Cullen’e doğru ilerliyoruz. Yolda benzin ikmali yapıyor ve kamp için bir
şeyler alıyoruz. Cullen yakınlarında Bin Forest olarak tabelasını gördüğüm bir
ormanda kamp yapacağız. Orman koşan, yürüyen, bisiklete binen İskoçlarla dolu.
Tozu dumana katan bir arabaya pek hoş bakmıyorlar. Ancak bir kamp yeri
bulmalıyız. Arabayı ormanın derinliklerine sürüyorum. İnsanlardan uzak, hem de meşhur İskoçya
rüzgarlarından korunaklı bir yer buluyorum. Çadırı bu defa Ayça kurarken ben de
kamp ateşini yakıyor ve Tesco’dan aldığım bifteği hazırlıyorum. İskoçya’da Türk
usulü mangal diye dalga geçiyoruz kendi kendimize. Gün batana kadar yanımızdan 2 bisikletli
geçiyor. İskoçlar doğa sporlarına milletçe tutkulular ve herkes spor yapıyor. Güzel
bir akşam geçiriyoruz. Hava neredeyse saat 11 e kadar tam kararmıyor. Kızıl
gökler, ladin ağaçları ve uğultulu tepelikler bu uzak ülkede yabansı bir özgürlük
hissini yaşatıyor bizlere.
12 Mayıs 2017 Cuma Yine
güneşli ve güzel bir orman sabahına uyandık. Güzel bir kahvaltı ile güne
başlıyoruz. Az sonra ormandan iki cins köpek bize doğru geliyor ve kahvaltımıza
ortak olmak istiyor. Arkalarından seslenen yaşlı İskoç klasik Country
kostümüyle orman yürüyüşüne çıkmış.
Selamlaşıyoruz. Hoşbeşten sonra nereli olduğumuzu soruyor. Türkiye deyince
irkilerek ne işiniz var bu uzak ülkede bu ormanda, yoksa başkanınızdan mı
kaçıyorsunuz diye soruyor Erdoğan’ı kastederek. Britishlere özgü bu üsluba yine
onlara özgü bir alaycılıkla , evet biz öncü olarak geldik, yerleşebilecek
yerler var mı araştırıyoruz, arkamızdan daha büyük gruplar gelecek diye yanıt
veriyorum. Konuyu değiştiren ihtiyar, kamp iznimizin olup olmadığını soruyor.
İzin gerektiren bir işaret görmediğimizi belirtiyorum. Ormancılar sizi görürse sorun çıkabilir diyor
yarı tehdit eder tonda, daha sonra yani ben ormancı değilim yanlış anlamayın
diyerek yumuşatıyor ortamı çatlak ihtiyar. Vedalaşıyoruz, geldiği yola dönerek
gidiyor. İşkilleniyoruz, hemen çadırları topluyoruz. İhtiyarın buraya
ormancıları göndermek gibi bir düşüncesi olabilir. Ormandan çıkış için yol
ararken tüm çıkışların kilitli olduğunu görüyorum. Bu bilmediğimiz ormanda
tecrübelerime güvenerek çıkış kapısını buluyorum. Ormandan kurtuluş özgürlüğe
kaçış gibiydi. Bu ormanda kısılıp ormancılarla muhatap olarak tatilimi berbat
etmek düşüncesi oldukça ürperticiydi. İstikametimiz İskoçya’nın tarihi
şehirlerinden Inverness. Burada ilk ve en önemli durağımız Fort George askeri
üssü. Yabancıların ziyaretine açık olan Britanya’ nın bu önemli askeri üssünü
görmek ve Highlander müzesini ziyaret etmek istiyorum. Kale Culloden savaşı
arefesinde Kral II. George’un ordusunun üssü olarak 1746 yılında inşa edilmiş.
22 yılda tamamlanan kale 250 yıldir Britanya ordusu tarafından aktif olarak
kullanılıyor. İçeride Queen’s own highlanders askeri birliği var. Yani 3. İskoç
kraliyet piyade taburu. Bu birlik Britanya imparatorluk tarihinde dünyanın her
yerinde imparatorluk için kanını döken,
savaşçı İskoç klanlarının enerjisinden devşirilen Highlander
birliklerinin son hali. Highlander’lar en son
Afganistan ve Irak’ta görev yapmışlar ve aktif olarak faal, seçkin bir
askeri birlik. Eskiden sadece İskoçların katıldığı bu birlikte bugün İngiliz
kolonyalizminin topraklarından gelen her türlü asker var. İçinde 20 000 parça
eşya, 10 000 fotoğraf ve belge olan müzeyi ancak hızlı bir şekilde gezerek ve
bol bol fotoğraf çekerek bitirebiliyoruz. İngilizlerin 1700 lü yıllarda
klanlardan asker devşirmesi ile başlayan Highlander taburları dünyanın hemen
her yerinde cesaretle ve onurla savaşmış askerlerden oluşuyor. Savaşçılıkları
ve cesaretleri ile öne çıkan İskoç Klanlarından oluşan bu birliklerin
kendilerine özgü , İskoç tartanlarından yapılma ekose kıyafetleri, etekleri ya
da ekose pantolonları, kılıçları, ponponlu İskoç bereleri ve gayda müziğiyle
yapılmış marşları mevcut. Müzedeki diğer Britanya imparatorluk birliklerinden
kalan eşyaları da inceleyerek, Inverness şehrine doğru yola çıkıyoruz.
Inverness, Loch Ness ve Moray Firth (Haliç) arasında içinden şirin bir ırmağın
geçtiği tarihi bir şehir. 55 000 kişinin yaşadığı bu şehir highlandların
başkenti olarak biliniyor ve en büyük geliri de turizm. Şehirde keyifli bir gezinti
yapıyoruz. En ciddi problem trafik ve park yeri oldu. 2 günlük kampın ardından bu gün otelde
kalacağız. Strathpeffer’de Highland oteli seçiyoruz. Strathpeffer güzel bir
kaplıca sayfiye bölgesi. Oteli ararken geçtiğimiz kasabalarda, sağlıklı ve ışıl
ışıl çocukların yeşil kırlar ve çimenlerde kuzular, kazlar ve yaban
hayvanlarıyla iç içe neşeli ve enerjik görüntüleri gözümüze çarpıyor. İskoçyalılar,
belki diğer medeni milletler gibi hayatı doğru kavramışlar ve onu yaşanması
gerektiği gibi yaşıyorlar. Dünyanın en modern ve endüstriyel ülkelerinden biri
olmasına rağmen doğayla iç içe, şehirlerin ve tabiatın orijinal dokusunu
bozmadan sürdürdükleri yaşam takdire değer. Oysa bizde plansızca sürdürülen
yapılaşma, karakteri olmayan ve 30 senede çöpe dönüşecek çirkin yapılar, her
yere açılan madenler ve taş ocakları dünyanın belki de en güzel ülkesini
yaşayan bir mezbereliğe çeviriyor yavaş yavaş.
Otele yerleşiyoruz. Yerler tartan renkli halılar kaplı, duvarlarda İskoçya
tarihine ilişkin tablolar var. Otel tarihi bir demiryolu işletmesi binasından
dönüştürülmüş şato biçiminde etkileyici bir yapı. Bir sürpriz olarak bu gece
otelde bir İskoç tur organizasyonunun programı var. Yaşlı İskoç çiftler tatile
çıkmışlar ve yerel bir İskoçyalı
müzisyen olan Ronnie Ross’un programıyla
eğleniyorlar. Onlara katılıyoruz. Harika bir sesi var Ross’un ; kimi zaman
hareketli kimi zaman romantik parçalar söylüyor. Araya birkaç country parça da
sıkıştırıyor.18 yaşında keşfettiğim ve kardeşimle neşeyle dinlediğimiz
“Scottish Soldier” parçasını canlı dinlemek ne keyif ! Dansa kalkıyoruz. Dansımızı beğenen Ross nereli olduğumuzu
soruyor. Öyle ya bu oteldeki tek yabancı çift, hatta tek genç çift biziz ve bu
çok belli. Sen tahmin et diyorum ona. İtalyan, İspanyol, Fransız diyerek sayıyor
tahminlerini. Türküz dediğimde bir alkış tufanı kopuyor yaşlı İskoçlarda,
nedense, şaşırıyor ve bize oldukça samimi bir ilgi gösteriyorlar. Bu güzel
akşamı unutamayacağız. Ross’un cdlerinden alıyorum ve programa dair memnuniyetimi
belirtiyorum.
13 Mayıs Cumartesi Zorlu bir İskoç kahvaltısının ardından
yine yollardayız. Yolumuzun üzerinde Dingwall kasabası var. Bu şirin İskoç
kasabasını gezmek için vakit ayırıyoruz. Şehrin ağır ve üsturuplu ritmi, görmüş
geçirmiş ağırbaşlığı burayı adeta zamanın dışına itmiş. Mac Donald anıtının
olduğu tepeye tırmanıyoruz. Mac Donald anıtı 1904-1907 tarihleri arasında ,
küçük bir çiftçinin oğlu olan ve 92. Higland taburuna katılarak, ordunun
Seylan’da kumandasını alacak kadar yükselen ve Britanya İmparatorluğunun en muhteşem
askerlerinden biri olarak kabul edilen, Afganistan’da, Boer savaşlarında,
Sudan’da Omdurman’da Mısır’da, Seylan’da bir çok kahramanlıklar göstermiş Sir
Hector Mac Donald anısına inşa edilmiş. Sir Hector’un şahsında bütün Mac Donald
klanı da burada anıtlaştırılmış. Bu hızlı yükselişi yüzünden bir çok düşman da
kazanan, hakkında bir çok dedikodu çıkarılan, cinsel hayatına dair iftiralar
atılan Mac Donald sonunda bütün bunlara dayanamayıp intihar etmiş. Kasabada
yaptığımız gezinti esnasında bir sahafa rastlayınca heyecanla içeri dalıyorum.
Ayça uyarmasa saatlerce burada kalacağım ve tüm rafları inceleyeceğim, yine de
yüzeysel olarak inceleyebiliyorum. Çocukluğumda Dedemin Babam için Kıbrıs’ta
bir İngiliz kitapçısından satın aldığını bildiğim doğa bilimlerine dair
“Observer’s book of..” serilerini buluyor ve tanesi 3 pound olan bu kitapların
hemen hepsini satın alıyorum. Her biri birer sanat eseri olan detaylı
çizimleri, her bir yaprağı bilim kokan sayfaları ve doğaya dikkat, saygı ve
merak ile bakan farklı bir medeniyetin bizde hala mevcudu olmayan ama Britanya
da hemen ortalama her ailede bulunan el kitapları. Çocukluğumda ancak babamın nezaretinde özel
günlerde bakabildiğim bu kitapların diğer serilerine de ulaşmak ne güzel. Bir
kahve molasının ardından bu şirin kasabadan ayrılıyoruz. Ayça Royal Zoological Society
Wildlife Park’a gitmek istiyor, 100 km uzakta ve ters yolda olmasına rağmen bu
öneri bana da heyecan verici geliyor. Plan yaparken atlamışız ama Royal Zoological Society Wildlife Park sıradan
bir hayvanat bahçesi değil. Burada İskoçya’nın
kayıp doğası görülebilinir. Hayvanat bahçesini gezmek için dört saat
ayırıyoruz. Kutup ayısından, Amur
Kaplanına, Kırmızı Panda’dan Kar Panterine, Volverin’den kuzey Avrupa
vaşağına, Baktria Devesine, Buhara Geyiğine, Kutup Tilkisine, Musk Öküzüne, Ren
Geyiğine, Himalaya Tahr’ına, Mishmi Takin’e
Türkmen Markhor’una Vicuna’ya Yak öküzüne kadar bir çok nadir ve ilginç
türe ev sahipliği yapıyor bu hayvanat bahçesi. Parkın doğal halde uzanan ve
Avrupa’nın buzul çağı sonrası doğasının bakirliğini anımsatan özgür kırlarında
Avrupa Bizonları, Kızıl Geyikler, Przewalski Yaban atları serbest şekilde
sürüler halinde dolaşıyor. Ormanlarla çevrili düzlüklerde dolaşan bu bizon
sürüleri bana çocukluğumda defalarca baktığım ansiklopedilerdeki ilk çağların el değmemiş doğalarını ve
sonsuzluğunu anımsatıyor. Bu parkın en önemli özelliği ise highlandların nesli
tükenmiş canlılarının bu park içinde hayatlarını devam ettirmeleri. İskoçların
önemli bir kısmı soyu 1700 lü yıllarda tükenen kurdun, MS. 1000 yılında tükenen
ayının, yabandomuzunun, Vaşağın ve kunduzun İskoçya doğasına yeniden
kazandırılmasını canı gönülden istiyor. Önemli kısmı çiftçi olan İskoçlar bu
durumun risklerinin farkında olsa da bu konuda çok ciddi tartışmalar mevcut.
Özellikle sayıları hızla artan kızıl geyikleri dengelemek için kurdun yeninden
doğaya kazandırılması gerektiğini düşünüyor İskoçlar. Geyiklerin kontrolsüzce
artması orman kalitesinin düşmesine ve bir çok trafik sorununa yol açıyor. Her şeyden önce bir çoğu amatör
de olsa doğa bilimleriyle uğraşan İskoçlar için doğa onların iç dünyalarının bir
parçası. Bu park aynı zamanda dünyada sadece 400 civarında kaldığı bilinen
İskoç yabankedisinin de görülebileceği bir alan. İskoçlar bu huysuz ve hırçın
kediyi çok seviyorlar. Kafesinin önünde çok dolaştık ama bize kendisini
göstermedi. Kuzeyli halkların doğanın kutsiyetine saygısı ve doğayla bütünleşik
maneviyat algıları onları doğalarını bu denli kıskançlıkla, saygıyla korumaya
ve geliştirmeye itiyor. Bu konuda onlarca kitap var ki bu konular üzerine
hiçbir kitabın olmadığı ülkemizle kıyaslayınca o derin anlayış farkını görmek
mümkün. Bizde bütün yabani yerlere cafeler, tesisler, yayla yolları, kullanım
alanları açmayı seven anlayışın tam tersi olarak İskoçlar yabanıllığın yabani
olarak kalmasını , doğallığında, sadeliğinde ve el değmemişliğinde muhafaza
edilmesini ve öyle yaşanmasını daha doğru buluyor. Şöyle diyor İskoçlar : “Doğal
dünyamızdaki her şey birbiri ile ilintili ve sen de onun bir parçasısın.
Öyleyse koru !”İstikametimiz kuzeydeki Wick şehri. Yolda bir yemek molası
veriyoruz. Küçük bir korulukta makarna pişiriyor Ayça. Sonra yola devam. Yolda
bir sürü Viski fabrikası var. Hiçbirine girmeye fırsatımız olmadı. Dalmore
fabrikasına girmeye niyet ediyorsak ta okyanusun kenarında kurulmuş bu şirin
tesis te kapalı. Uzun bir yolumuz var. Loch Fleet doğal rezerv alanından
geçiyoruz. Okyanus kıyısında gel gitlerle farklı yaşam formlarının yoğunlaştığı
bu alan, çam ormanları, tatlı ve tuzlu su bataklıklarından oluşuyor. Binlerce
bitki ve hayvan türünü barındırıyor. Yola devam ediyoruz, sis, yağmur ve
rüzgarla değişken bir hava eşlik ediyor kuzeye doğru yolculuğumuza. Golspie’de Dunrobin Şatosu bahçesine
giriyoruz sağanak bir yağmurda. Anıtsal meşe ağaçlarıyla çevrili şatonun
sağanak altındaki tarihsel ketumiyeti ve romantik çizgileri göz alıcı. Lord
Strathnaver tarafından kullanılan şato Fransız Rönesans üslubu ile yapılmış ve
çiçek bahçeleri ile ünlü. Sutherland klanının merkezi olan şatonun tarihi 1300
lü yıllara dayanıyor. Highlandlar boyunca yeşil ve sisli düzlükleri seyrederek,
yer yer ilerlemeyi sürdürüyoruz. Sarı çiçekli Ulex Europaeus’ların yarattığı
rengarenk bir peyzaj manzarayı zenginleştiriyor. Her yer açıklık, hava çok
yağmurlu ve rüzgarlı. Kamp kurabileceğimiz bir alan yok. Bir pansiyon ya da
otelde kalmayı düşünüyoruz. Yol boyunca Ayça’nın baktığı her yer dolu. Wick
yakınlarında boş görünen, okyanus manzaralı bir pansiyona uğruyoruz ancak önce
evin köpeği tarafından, sonra da sahipleri tarafından pek misafirperver
karşılanmıyoruz. Karnımız acıktı. Wick girişinde hala açık olan bir market
buluyoruz, saat 20 suları. Şehir hayalet şehir görünümünde kimse yok. Bütün
oteller dolu. Yolların bu kadar boş, şehrin bu kadar sessiz ama otellerin bu
kadar dolu olmasını anlamak mümkün değil. Wick’te turluyoruruz. Kuzey denizi
kıyısında tam bir kuzeyli kasabası Wick. İsmi norse dilinde körfez demek olan
Vik kelimesinden geliyor. En şaşaalı dönemini 1800 lü yıllarda balıkçılıktan ve
balık konservesi işinden sağlayan Wick’in o dönemde 1120 gemilik bir balıkçı filosu varmış ve Wick
balıkları imparatorluğun her yanına gönderilirmiş. Rıhtımı, balıkçı tekneleri
ve sivri çatılı gri taş binalarıyla karakterli bir şehir burası.. Okyanus
mezgiti ve patates kızartmasından oluşan fish and chips bulabilmeyi hayal etsek
te Wick bu gün bize tamamen kapalı. Peynir, ekmek, turta yiyoruz rıhtımda. Açık
olan birkaç Hint lokantasına da ben girmek istemiyorum. Bu fırtınalı gece de
okyanusu seyrederek bu gri ve yalnız şehrin rıhtımında geceliyoruz.
14 Mayıs Pazar En
kuzeye doğru devam. Yine sisli kırlar, dev dalgalarla dövülen kuzey denizi
kumsalları ve Girngoe ve Sinclair şatolarının deniz kenarındaki hayaletleri
okyanusa bakan taştan yapılmış İskoç evleri. Ve işte Duncansbye burnunda,
İskoçya’nın en kuzey noktalarından birinde John O’ Groats’dayız. Hava buz gibi,
biz hala kahvaltı yapmadık. Kuzey denizi çıldırmış gibi fırtınalı. Uzakta hayal
meyal Orkney adalarını görüyorum. Kuzeyin o sert fakat yüceltici doğasını burada
iliklerime kadar hissediyorum. Ne kadar kasvetli ve soğuk görünse de bu ortamı
seviyorum. Kahvaltımızı fish and chipsle yapmaya karar veriyoruz. Sirkeli balık
ve patateslerimizi keyifle yiyoruz kuzey denizine bakarak. Bu arada John O’
Groats’ın çılgın balıkçısından neden dün gece Wicks’te kimseyi göremediğimizi
de öğreniyoruz. Çünkü dün gece herkes evlerine kapanmış ya da pubları kapatmış
içiyormuş. Orkney adalarına geçmek için
vaktimiz yok. Gemi saat 15 te ve gidiş geliş bizim bugünümüzü alır. Halbuki önümüzde
uzun bir program var. Vikinglerin
torunlarının yaşadığı ve sandallarını hala Viking gemileri ile aynı mantıkla
yaptıkları bu adaları bir başka sefere göreceğiz. 600 yıl Vikingler tarafından
yönetilen bu adalar 1468 yılında kızını İskoç Kralı III. James ile evlendiren
Danimarka Kralının Kızının , kraliyet
çeyizi olan 50 000 Florini veremeyecek durumda olmasından dolayı çeyiz olarak verilmiş ve İskoç topraklarına
katılmış. Bulunduğumuz noktadan kuzey kutbu 2200 mil, Londra 690 mil,Yeni Zelanda
12 875 mil. Yolumuzun üzerinde Thurso şehri var. Bu gün Pazar Thurso’da her yer
kapalı. Hava da kapalı. Ancak yine de bu şirin kasabayı geziyoruz. Ayça ne
kuzeyin griliğinden ne de sert ve kapalı havasından hoşlanmıyor. İskoçya’nın her yerinde olduğu gibi Thurso’da
da 1914-1918 I. Dünya savaşında ölenlerin anısına dikilmiş anıtlar var.
İskoçlar adeta Britanya imparatorluğuna her cephede kan ve can vermişler.
Britanya imparatorluğu onların kanlarıyla yoğrulmuş, belki de bu nedenle referandum
sonucunda ayrılmak isteyenler çoğunlukta değil. Thurso’da aynı zamanda Sir
John Sinclair anıtını selamlıyoruz. Sir
Sinclair 1754-1835 yılları arasında yaşamış Thurso’lu büyük bir devlet adamı.
Sebatkarlığı, enerjisi ve çalışkanlığı
ile öne çıkmış ve anıtlaşmış. İskoçya’nın ilk istatistiksel incelemesi o
yapmış. Britanya’nın ilk tarım bakanı. Bunun dışında hem parlemonta da hem de
değişik hükümetler döneminde görev almış ve onlarca kitap yazarak ömründe bir
günü bile boş geçirmemiş bir figür. Kendisi tarım, sağlık,din, edebiyat,tarih,politika
alanlarında çalışmalar yapmış ve bunları kitaplaştırmış. Yer yer güneşli kimi
zaman yağmurlu bir havanın eşliğinde, Highlandlardaki irili ufaklı gölllerin
arasından ilerlemeye devam ediyoruz. Highlandların sarı ve yeşil peyzajına, gri
kayaçlarına serpiştirilmiş, gizemli lochları izlemek, çay içmek için arabamızı
toprak bir yola sürüyoruz. Abderdeen’den aldığım viski aromalı tütünümü
doldurduğum pipomu yakıyorum. Suskunlukla sonsuz yabanıllığı, kuzey kırlarını
izliyorum. Zorlu ve stresli yolculuğumuza rağmen kuzeyin büyüsüne kapılıp
gidiyoruz. Havaya güvensek Highlandlarda çadır kurabiliriz. Ancak hava hep
ürkütücü ve öfkeli. Bu sonsuzluk molasının ardından devam ediyoruz. Durness
kasabasında kalabileceğimizi düşünüyorum. En azından yiyecek bir şeyler
bulabileceğimizi. Yolda defalarca durup fotoğraf çektiğimiz harika
manzaralardan geçiyoruz. İskoçya’nın kuzey kıyılarının bu denli güzel
olabileceğini hayal etmemiştim. Goldbackie’de
okyanusa doğru uzanan metrelerce genişliğindeki kumsalda yürüyoruz. Her
defasında içinde kaybolup gidilesi manzaralar ve güzellikler görüyoruz. Ancak
parkurumuz uzun, kritik bir seyahat planımız var ve hiçbir şeye aldırış etmeden
ilerlemek zorundayız. Uzaklarda Ben (Gaelce’de tepe) Loyal ve Ben Hope dağları keskin dişler gibi
uzanıyorlar gökyüzüne. Tongue körfezini geçiyoruz. Büyük ümitlerle Durness’e
ulaşıyoruz. Ümitlerimizin aksine ne kalacak yer var ne de bir lokanta. Her yer
karavanlı ve motorlu kampçılarla dolu. İçerek ve eğlenerek İskoçya’yı gezen bu
neşeli güruhların bol kahkahalı ve gürültülü ortamları bize göre değil.
Durness’in dışında Kyle ( Gaelce’de ince akarsu) of Durness’in kıyısında güneşe
nazır arabamızı çekiyoruz. Sonsuz okyanus ve sonsuz highlandlar arasında
sersemletici bir rüzgara nazır karnımızı doyuruyoruz. Bu gün burada kalacağız.
15 Mayıs Pazartesi İlk hedefimiz feribotla Cape Wrath’e öfke
burnuna giderek karşı kıyıya geçmek. Öyle korkunç bir rüzgar var ki ayakta
durmak imkansız. Haliyle bizi Balnakeil körfezinden karşıya geçirecek feribot
çalışmıyor. Bizde istikametimizi Smoo mağaralarına çeviriyoruz. Smoo
mağalaraları bir yer altı su sisteminden oluşuyor ve mağaranın derinliklerinde
belli zamanlarda büyük gürültüler geliyor. Mağaranın girişi Vikingler döneminde
doğal bir liman ve gemilerini tamir etmek için barınak olarak kullanılmış. Bu
görkemli mağara ve çevresinde yürüyerek dolaşıyoruz. Su seviyesi düşük
olduğunda mağara içinde bot turları mevcut.. Ancak biz şanslı dönemde değiliz
ve sadece mağaranın girişini görebiliyoruz. Mağaranın girişindeki burnun
ucundaki rüzgarlı kayalıklara gidiyor ve
hırçın kuzey rüzgarına kafa tutuyoruz. Ardından İskoçya’nın batı kıyıları
boyunca güneye doğru ilerliyoruz. Bu gün rüzgar yetişkin bir insanı
sürükleyecek kadar güçlü. İskoç krallarından birinin sert bir fırtınada atından
düşüp öldüğü anlatılır. İşte İskoçya’nın rüzgarı böyle bir rüzgar. Laxford Bridge’de
duruyor , Ben Stack ve Sabhal Beag’i tepelerini ve Loch More’u gören bir
manzara resmi çekmek için Ayça’yı arabada bırakarak tırmanışa geçiyorum. Rüzgar
beni öldürmeye and içmiş gibi. Zirvenin ardında bir zirve daha , ve sonunda o
muhteşem manzarayı fotoğraflıyorum. Ayça beni aramaya çıkmış , bereket ki fazla
tırmanmamış yoksa rüzgara kapılıp gitmesi işten değil. Ullapool’da doğru devan
ediyoruz. Yolda Ardvreck şatosunun kalıntılarında mola veriyoruz. Kale 15. YY.
da Macleod klan şefleri tarafından inşa edilmiş. Loch Assynt kıyısında
harabeleri duruyor ve gizemli görünüyor. Arkada Ben More Assynt dağı var. Yola
devam ediyor ve muhteşem bir jeolojik park olan Knockan Crag’a uğruyoruz.
Burası dünyanın Cambiryen dönemine ait en eski kayaçlarının yüzeye çıktığı bir
doğal park. Eski ve yeni moin şist tabakalarını yan yana görmenin mümkün olduğu
bu keşif dünyanın jeolojik tarihini modellemek
konusunda önemli bir adım olmuş Dünyanın
jeolojik tarihini anlamanız için görseller ve anlatılarla süslenmiş. Bu doğal
rezerv alanında 500 milyon yıllık kayaçlara ellerinizle dokunmanız mümkün. Bu
alan ilk defa İskoç jeologlar Benjamin Peach ve John Horne tarafından 19 YY. da
keşfedilmiş. Ayça burada Jeolojiye merak
salıyor ve kayaç topluyor. Türkiye’ye dönünce aynı zamanda bir Jeolog olan
babamdan temel jeoloji dersleri almaya karar veriyoruz. Öyle ya milyonlarca
yılın hikayesini taşlardan okumak derin bir bilgelik ve meziyet. Jeoloji bilimi
Britanya da oldukça popüler. Bu bilim özellikle 19 YY da bir çok aristokratın
hobisi haline geliyor. Kayaç ve fosil koleksiyonu yapmak bu gün İskoçya da hala
yaygın bir merak ve insanlar bu tip alanları merakla ziyaret ederek anlam
bulabiliyorlar. Bu parkta aynı zamanda İskoçya seyahatimin en anlamlı
keşiflerinden birini daha yapıyor ve İskoç şairi Norman Mac Caig’in taşların üzerine kazınmış bir dörtlüğü
hayranlıkla okuyorum :
“Kimdir bu coğrafyanın sahibi
?
Onu satın alan insan mı ?
Yoksa ben miyim bu coğrafya
tarafından sahiplenilmiş.?
Yanlış sorular,
Çünkü efendisizdir bu
coğrafya,
Ve kavranılamazdır insani
kavramlarca..
Norman Mac Caig, - Man
in Assynt
Doğada kavranılmaz olanı
şiirleştirmesi bakımında Fransız şair Eugene Guilleviç’e benzer bulduğum
stilini çok beğeniyor ve iskoçya’dan ayrılmadan toplu şiirlerini almaya karar
veriyorum. Bizde doğanın insan üstülüğüne şiir yazan şair yok. Şiirlerimiz
aşk,ideoloji ve en iyi durumda sübjektif duygusal kasınımlar çıkmazdında yok
olan dilimizle birlikte can çekişiyor..
Bu gece bir otel de kalacağız. Bir
balıkçı kasabası olan Ullapool golf stream akıntılarından istifade ılıman bir
iklime sahip, şirin bir kasaba. Sokakları, evleri çok yaşanılası. Yerel bir pub
da İskoç Somonu sipariş ediyor ve neşeli turistlerin arasında şömine karşısında
yiyoruz. Son derece taze ve diri olan buharda pişirdikleri bu balığı sarımsak
sosu ile servis ediyorlar. Saat 11 e kadar batmayan İskoç gecelerinin tadını
çıkarırcasına otele yerleştikten sonra bu güzel kasabada geziyoruz. Rıhtımı, kavisli
tepelikleri, kedileri, koyları, şirin evleri ve küçük korulukları ile Ullapool
unutamayacağımız bir yer oldu. Onca zorlu yoldan sonra burayı çok seven Ayça burada
birkaç gün daha kalmak istiyor.
16 Mayıs Salı Bu gün
girintili çıkıntılı batı kıyılarını takip edeceğiz. Issız, sessiz ve fırtınalı
batı kıyıları üzerinden Inverewe Bahçelerini ziyaret etmeyi planlıyoruz. Ullapool’u
biraz geçtikten sonra Strath More koruluğunu çok beğeniyor ve kahve içmek üzere
duruyoruz. Orman egzotik görünüyor. Piknik masası üzerinde kahvemizi
demliyoruz. Bu ormanın içinde Avustralya, Himalaya ve Kuzey Amerika kökenli
ağaçlar var. Pseudotsuga Menziesii, Cedrus Deodora, Wollemi Nobilis, Sequoidendron
Giganteum bu parktaki ilginç ağaçlar. Biz kahvemizi içerken ormandan Terrier
cinsi sevimli bir köpek fırlıyor. Arkasından elinde yürüyüş bastonu, çantası ve
İskoç yürüyüş kıyafetleriyle yaşlı bir hanım geliyor. Bize selam veren bu
hanımı masamıza davet ediyor ve konuşmaya başlıyoruz. Ormanda günlük yürüyüşüne
çıkmış olan bu zarif hanımın adı Evely Fleming Peffers, kendisi ünlü bir ressam
ve heykeltraş. Ullapool da yaşıyormuş. Sinemadan, tarihten, edebiyattan ve İskoçya’dan
bahsettiğimiz güzel sohbetimizi unutamayacağım. Konuştuğu fasih ve beliğ
İngilizce de İngiliz yüksek sınıflarının serin ve dikkatli üslubunu görmek
mümkün. İskoç olup olmadığını soruyorum. Kökenleri pictlere kadar giden
İskoçlardan olduğunu ama İngilizceyi olması gerektiği gibi konuştuğunu, sanırım
eğitiminin bunda etkili olduğunu belirtiyor. Çantasından çıkardığı termosundan
sütlü early grey çayından ikram ediyor bize. Evelyn Hanım
National Gallery of Scotland’da kendi yapıtı olan Gaelce yazan ünlü İskoç şairi Sorley Maclean
büstünün sergilendiğini belirtiyor. Açıkçası sadece filmlerde şahit olduğum bu
zarif üslup, elegans ve zarafet karşısında etkileniyorum. Evelyn Hanım’da
üzerinde güneş batmayan imparatorluğu yaratan büyük Britanya kültürünün büyük
ölçüde kaybolmuş üstün özelliklerini gördüğümü düşünüyorum. O kayıp bir kuşağın son güzel temsilcilerinden
biri. Teallach’ın 1000 metreye ulaşan zirvelerini ve Little Loch Broom’u
izleyerek, Atlantik okyanusu kıyılarını takiben uzun ve güzel bir yolculuktan
sonra Inverewe Gardens’a ulaşıyoruz. Bu botanik bahçesi aslında tam bir mucize.
Bu kadar kuzeyde, İskoçya’da açık havada dünyanın farklı yerlerinden, hatta
tropikal yerlerinden gelen bitkilerin bir ormana, bir botanik cümbüşe dönüştüğü
ve 19 YY Victoryen kararlılığı ile düzenlendiği, incelendiği, sınıflandığı bu bahçe
de Inverewe House adıyla da anılan Vicyoryen dönemi, natüralist çalışma
odasının, kütüphanelerinin ve yaşam biçiminin sergilendiği bir de müze mevcut.
Inverewe gardens, Loch Eve kıyılarında Wester Ross dağları tarafından çevrilen
bir kuytuda 1862 yılında Sir Osgood Mackenzie tarafından yaratılmış Sir
Mackenzie, Gairloch’un 5. Baronu ve 12.Maliki, Sir Francis Mackenzie’nin oğlu.
Bölgede ağaçlar ve alçak duvarlarla rüzgarı keserek bir mikro klima yaratmayı
başaran Mackenzie, daha sonra dünyanın değişik yerlerinden getirdiği
Subtropikal bitkileri burada yetiştirmeyi mümkün kılmış. Mackenzie, bu bahçe
için 40 yıl uğraşmış. Dünyanın egzotik yerlerine seyahatler yapmış ve
seyyahlarla görüşmüş. Öldüğünde bu görevi egzantirik ve vizyoner kızı Mairi
Sawyer devam ettirmiş. Bu gün insan iradesi ve kararlılığının sembolü olan bu
bahçede 2500 bitki türü mevcut. Bu
masalsı bahçeyi saatlerce geziyor ömrümüzde hiç görmediğimiz bir çok ağaç ve
çalıyı görme şansı yakalıyoruz. Lewe
gölünün manzaraları muhteşem.. Inverewe Housa’da ise Sir Mackenzie ve kızının
yaşamını yansıtan kitaplar, haritalar fotoğraflar ve Victoryen maceraperestliği
yansıtan av trofeleri mevcut. Bahçenin çıkışında yine kitaplara sarıyorum. Doğa
bilimlerine dair albenisi yüksek nefis kitaplar alıyorum. Inverewe gardens’tan sonra yola devam ediyoruz. Girintili çıkıntılı dar
yolların uzayıp gittiği bir parkurumuz var. Slioch dağı manzaralı Loch Maree gölünün kıyısında
duruyoruz. Ardımızda Ben Eighe dağı. Burası da bir jeo park. Ayça broşürlerden
açığa çıkmış fosil yatakları olduğunu öğrenince tırmanmak istiyor. Uzun
sürebileceğini söylesem bile dinlemiyor. Yarı yoldan dönüyoruz. Fosil yatakları
yukarıda olmalı. Bu gölde İrlandalı keşiş Maol Rubha 7. YY da bölge halkını
vaftiz ederek Hristiyanlaştırmış. Loch Torridon boyunca yola devam ediyoruz.
Uzaklarda An Ruadh Mheallan, Beinn Alliginn, Beinn Dearg, Liathach zirveleri
uzanıyor. Tek şeritli yollarda saatlerce gidiyoruz. İskoçya’da özellikle kırsal
yollar tek şeritli, araçlar karşı karşıya geldiklerinde her 200 metrede
yapılmış olan ceplere girerek birbirlerine yol veriyorlar. O nedenle son derece
dikkatli gitmek gerekiyor. Her yerde yol kenarlarında zıplaşan koyunlarda bir
diğer risk. Böylelikle Rona adasını izleyerek yarımadayı dolaşıyor ve amansız
rüzgarların bir anda kesildiği bir cennete rastlıyoruz. Bu cennetin adı
Applecross. Yemyeşil meşe ve çam ormanlarıyla çevrili bir küçük koyda kurulmuş
kasabada akşam yemeğimiz yine balık ve cips.
Yemekten sonra kasabayı gezerken bahçelere kadar girmiş geyik sürüleri
ile karşılaşıyoruz. Burası bir masal diyarı gibi. Güneş okyanusun üzerinde
nazlı nazlı batarken altın ışıklarıyla selamladığı meşe ağaçlarının
gölgelerinde vakarla dolaşan geyik sürülerini izlemek bambaşka bir duygu.
Gecemiz bu güzel tablonun pastoral bir parçası olarak burada geçiyor.
17 Mayıs Çarşamba Sabah
700 metrelik dağ geçidini aşarak
Applecross’u geride bıraktık .İstikametimiz İskoçya’nın en meşhur adası Isle of
Skye, Kyle of Lochlash’dan bir köprüyle ana karaya bağlı. Kyleakin’de
engelliler yararına işletilen ve engellilerin çalıştığı bir cafe de bir şeyler
atıştırdıktan sonra ilerliyoruz. 993 metre yüksekliği ve haşin görünüşüyle Black Cuilinn dağının zirvesi Sgurr Alasdair
solumuzda anıt gibi yükseliyor ve bir çok turist kafilesi hayranlıkla onu
izliyor. Skye adasının rüstik
cazibesinde Mac Leod klanının gizemli şatosu Dunvegan’a doğru ilerliyoruz. Mac
Leodlar her dara düştüğünde onları kurtardığı iddia edilen perili bayrağı ve
neredeyse 800 yıldan beri kesintisizce bu şatoda yaşamaya devam eden adaların
kralları olarak kabul edilen savaşçı Mac Leod ailesine ait kalıntıları görmek
için gidiyoruz bu şatoya. Yine içeride fotoğraf çekmek yasak. Çünkü şato belli
dönemlerde aile tarafından kullanılıyor. Ama ben bir şekilde ailenin kutsal
kılıcının fotoğrafını çekmeyi
başarıyorum. Perili bayrak ise birkaç parçası bu güne gelmiş, üzerinde
gerçekten tuhaf figürler olan bir kalıntı. Bazı tarihçilerin görüşlerine göre
bayrak Mac Leodların uzak atası olan Viking Kralı Harold Hardraad’ın Akdenizde
yaptığı bir yağma esnasında bir Hristiyan hacı gemisinden ele geçirilmiş ve
1066 yılında öldüğü İngiltere’ye getirilmiş. Bu konuda Mac Leodların 27. Şefi
olan Sir Reginald Mac Leod’a Mr. Wace adlı bir tarihçi tarafından yapılan açıklamaya kendisinin
verdiği cevap şu yönde olmuş : “ Bay Wace siz istediğinize inanabilirsiniz
fakat bu bayrak aileme periler tarafından verilmiştir.” Bay Wace ise Sir
Reginald’a şu cevabı vermiş : “ Daha üstün olan malumatınız karşısında
saygıyla eğilirim lordum” Şatonun
içinde muhteşem eşyalar gördüm. Mac Leodların başına geçecek kişinin bir
dikişte bitirmesi gereken devasa öküz boynuzundan bira kadehi, Mac Leodların
kendilerini benzettikleri yağlı boya bir arslan portresi , Mac Leod’ların
kılıcı ve aile büyüklerinin portreleri etkileyiciydi. Küçük bir botanik bahçesi
gibi olan şatonun bahçesine son kez bakarak yeni maceralar için yola
koyuluyoruz. Şimdi hedefimiz orta İskoçya. Hem bir şeyler yemek, hem de
alışveriş yapmak için Sligachan kasabasında duruyoruz. Bu küçük molamız
esnasında kasabanın meydanında Highland Music Instıtute’un gayda konseri ile
karşılaşıyoruz. Tüm turistlerin görüntü almaya koyulduğu konseri izliyoruz bir
süre. Gayda İskoçya ile özdeşleşmiş bir müzik aleti. Deri bir tulum ile ona bağlı kamışlardan oluşan, nefesli ve ilkel bir çalgıdır Gayda. Koltuk
altında tutulan tulumun, hava ile doldurulduktan sonra; kolla sıkıştırılması ve
havanın kamışlardan çıkması esasına dayanan bir alettir.Bu tür müzik aletinin,
Hititler tarafından kullanıldığı, daha sonraları da Avrupa girerek Roma
Ordusunda kullanıldığı sanılmaktadır. Orta Çağda, Avrupa’nın her tarafına
yayılan gayda, bir dönem Fransa ve İngiltere’de çok sevilen bir müzik aletiydi.
Daha sonra İskoçya’nın sembolü haline gelmiştir. Değişik ülke ve bölgelerde, farklı şekillerde
yöresel isimlerle adlandırılır. Keçi ve koyun derisinden yapılan Gayda Bulgar,
Makedon ve diğer Balkan topluluklarının da milli çalgılarından biridir. Yurdumuzun Doğu Karadeniz bölgesinde
kullanılan tulum da, gayda türünde bir enstrümandır. Mısırda ve Kuzey Afrika da
berberiler arasında da kullanıldığı bilinir. Ama bu gün dünyada İskoçlarla
özdeşleşmiştir. Bir dönem Jacobite isyanlarından sonra İngilizler, İskoç
tartanını, kılıcı ve gaydayı klanlar arasında yasaklayarak İskoçların savaşçı
geleneklerine son vermeye çalışmışlar, fakat bunun beyhude olduğunu fark ederek
bu enerjiyi Britanya İmparatorluğu hizmetine alarak daha akıllıca hareket
etmişlerdir. Mütevazi bir bağış yapıp yola devam ediyoruz. Gün batmak üzere.
Biz Isle of Skye’ı ve Mac Leodların gizemli geçmişini ardımızda bırakırken
Black Cuillins başta olmak üzere Skye’ın vahşi tepelikleri devasa silüetler halinde uzanıyor. Biz Loch
Ness’e doğru devam ediyoruz. Alacakaranlıkta Eilean Donan şatosunu görüyoruz. Burası İskoçya’nın
en görmeye değer şatosu olarak bilinir ve bir çok tarihi filmde de dekor olarak
kullanılmıştır. Kamp yeri arıyoruz. En uygun yer arabayı Loch Dulch kıyılarında
güzel bir koya çekmek. Ormanlarla çevrili
bir koyda, önümüzde berrak bir göl ve kutup gecelerinin ferah aydınlığında
uyuyoruz.
18 Mayıs Perşembe Çisentili
bir İskoç sabahına uyandıktan sonra göl kenarında keyifli bir kahvaltı
yapıyoruz. Şimdi istikametimiz Eilean Donan şatosu. Şato ismini 580 yılında
İrlanda’dan gelip adaya yerleşen Keşiş Donan’ dan alıyor. Önce küçük manastır
ve kiliseler topluluğundan oluşan bölge, zamanla bir yerleşime dönüşüyor ve 13.
YY da surlarla çevrelenmeye başlanıyor. Özellikle adalardan gelen yağmacı deniz
klanları ve iç kesimlerdeki klanların savaşlarında stratejik bir nokta olarak
kullanılıyor. 17. Ve 18. YY larda Jacobite isyanlarında kullanılıyor. Uzun süre
harabe olarak kalan şato 1911 yılında Lt. Colonel John Macrae Gilstrap
tarafından satın alınıyor. Gilstrap 20 yılını bu şatoyu yeniden inşa ettirmeye
ayırıyor. Şato 1932 de yeninden açılıyor. Bu görsel şölenden sonra
istikametimiz meşhur Loch Ness gölü kenarındaki Fort Augustus. Loch Ness
canavarının yaşadığı iddia edilen devasa gölün kıyısındaki şirin kasaba bir çok
turistin uğrak noktası. İnsanlar buraya göl üzerinde yapılan canavar arama
turlarına katılmak ve eğlenmek için geliyorlar. Bizde balık ve cipsten oluşan
öğlen yemeğimizin ardından bu turlardan birine katılıyor ve hem gölün dibini
tarayan hem de yüzeyini görebileceğimiz bir cruise turu atıyoruz. Rehber çocuk
bir sürü hikaye anlatıyor canavara dair. Göl 240 metre derinliğinde, 36 km
uzunluğunda,1800 km karelik bir yüzeyi var. Devasa bir su ekosistemi ancak
suları oldukça soğuk ve gölün dibi turba partikülleri yüzünden karanlık. Gölde
yaşayan en büyük bilinen canlı Atlantik somonu. Bu balık ta 1 m. Uzunluğa kadar
ulaşıyor. Yüzlerce tanıklığa rağmen gölde canavarın varlığına dair ciddi bir
tespit yok. Öyle ki 1980 lerde yapılan ve tüm gölü tarayan sonar çalışmalarına
rağmen böyle bir bulgu yok. Yine de gerek turistik, gerekse lokal geleneğin bir
parçası olarak insanlar bu canavara inanıyorlar. Bu güzel turun ardından göl
kenarında bir kamp yeri arıyoruz. Belki canavar bize görünür. Gölün kıyısını
çevreleyen kadim ormanların içine giden bir yol buluyoruz. Great Glen patikası
üzerinde Loch Ness gölüne hakim bir noktada çadır kuruyoruz. Hava çok güzel.
Göl manzarası nefis. Ayça’ya bu canavar varsa bizim bu noktadan kesinlikle
görebileceğimizi söylüyorum. Güzel bir ateş yakıyoruz. İskoçya’da ki en güzel
manzaraya sahip yerlerden birindeyiz. Great Glen ormanları İskoçya’nın yerel
çamlarına ( Pinus Slyvestris) , su samurlarına, yaban kedilerine, altın
kartalllara (Aquila Chrystatos) ev sahipliği yapıyor. Bizde dağı çıkarken
önümüzde koşuşturan değişik bir tür dağ kekliklerine rastlıyoruz. Uçmaya
üşeniyorlar bu sevimli kuşlar ve arabayla yarış ediyorlar adeta. Bu dağların
üzerinde Fort William’dan Inverness’e kadar giden ve büyük Glen parkuru olarak
adlandırılan 126 km lik bir yürüyüş yolu var. Tüm gece gölü izlememize rağmen
bazı rüzgar dalgaları haricinde bir hareketlilik görmedik. Belki de canavar periler
ve diğer doğaüstü canlılar gibi sis halklarından bir canlı.
19 Mayıs Cuma Loch Ness gölüne, efsanevi büyük Glen’e
ve güneşli bir sabaha merhaba diyerek uyanıyor, hafif bir kahvaltının ardından
çadırımızı topluyoruz. Glen Gaelce’de dar vadi demek ve Great vadisi tüm İskoçyayı
Loch Ness gölü boyunca adeta yarıyor. İşte bu gün bu vadi üzerinden Inverness’e
doğru gideceğiz. Yolda ilk durağımız Urquarth Şatosu. Loch Ness gölü kıyısında
egzotik ve gizemli bir şato burası. Aslında gölde canavar var ise şato
kroniklerinde olması kazım diye düşünüyorsunuz ancak buna dair bir bilgi yok.
Şatonun bulunduğu bölge 1000 yıllık bir yerleşim ama şato 500 yıl önce inşa
edilmiş ve İskoçya , İngiltere arasındaki savaşlarda defalarca el değiştirmiş. Şatonun
içinde ortaçağ hayatını resmeden bir çok sergi var. Efsaneye göre İskoçya’yı
hristiyan yapan büyük İrlandalı aziz Saint Columba 580 yılında bu bölgeye
gelmiş. Onun Adamnan tarafından yazılmış biyografisinde anlattığına göre
Columba burada, göl kıyısında bir adamı
yemek üzere olan canavarla karşılaşmış. Canavara tanrının izniyle git buradan
ve bir daha gelme diyen Columba canavarı kovmuş ve canavar bu tarihten sonra
ara sıra görülse de kimseye saldırmamış. İlginçtir ki bu bölgelerin tarihsel
sakinleri Pictlerin taş yüzeyine yaptıkları tasvirlerde değişik bir su
canlısını çizdikleri göze çarpıyor. İşte bu çizim ve Columba’nın hayat hikayesinde
aktarılan olay Loch Ness canavarının tek tarihsel anlatısı olarak kabul
ediliyor. Yola devam ediyor ve Loch Ness canavarı ziyaretçi merkezini
geziyoruz. Tanıklıkları anlatılar ve teorilerin tarihsel sıraya göre görsel bir
şekilde ziyaretçilere aktarıldığı bu yerde canavara dair bir çok yorumu dinleme
ve yapılan bilimsel araştırmaları inceleme şansımız oluyor. Burada ayrıca van
gölü canavarı da dahil dünyadaki diğer canavar tanıklıklarına dair raporlar da
arşivlenmiş. Benim bu gösterinin sonunda geldiğim nokta şu oldu : Gölde canavar
yok. Ayça zaten buna en başından inanmıyordu. Fort William’a ulaşmak için yola
devam ediyoruz. Yaklaştıkça İskoçya’nın en büyük zirvesi olan Ben Nevis’in
ihtişamlı görünüşü gözümüzü alıyor. Fort William’ın çok canlı bir yer olacağını
hayal ediyorum ama nafile, ayrıca akşam olmaya başladı ve hala kamp yeri
bulamadık. Halbuki yolda belki de İskoçya’nın en bakir arazilerini Glen Spean
bölgesini es geçtik. Şimdi sadece kışın canlı olan bu hayalet kasabadayız. Ben
Nevis’in eteklerindeki ormanlarda kamp yeri bulabileceğimizi düşünüyorum.
Saatlerce sürüyoruz, kötü yollar, kampa imkan tanımayan sık ormanlar her şey
çok can sıkıcı. Oradan çıkıp bu defa Roybridge tarafındaki kırsalları
araştırıyorum. Her yer doğal görünümde ama hiçbir kamp alanı yok. Yemek yemek
için kamp kurmayı bekliyoruz. Sonunda
bir orman girişinde ateş yakıp et pişiriyoruz, gece saat 11 oldu ve bu
tekinsiz yerde kalmak istemiyoruz tuhaf bir şekilde .Gece saat 12 ve
yollardayız, hala kalacak doğru bir yer bulamadık. Sonunda ıssız bir yol
kenarında uyuyoruz. Canımız sıkkın ve oldukça pasaklıyız. Glen Spean bölgesi İskoçya’nın
en uğursuz bölgesi olarak bilinirmiş.
Bunları sonradan öğreniyorum. İşlerin rast gitmemesi tesadüf olmasa gerek.
20 Mayıs Cumartesi
Ben Nevis’i arkamıza alarak sisli
ve yağmurlu bir sabahta yola çıkıyoruz. İskoçların meşhur komando anıtındayız.
2. Dünya savaşının en hararetli zamanında, savaş İngilizlerin aleyhine
gelişirken Churchill 1941 yılında kritik bir karar verir. Gönüllülerden
kurulacak özel birlikler düşman hatlarının gerisinde operasyonlara
gönderileceklerdir. Avrupa, Uzakdoğu,
Ortadoğu’da çok önemli operasyonlar yaparlar.
İşte bu operasyonlar sonrasında Alman ilerleyişleri zayıflar. Bu özel
birlikler düşmanın korkulu rüyası olur. Bu birliklere komandolar denir. 1942
yılında Achanary’de İskoçya’da ilk komando eğitim kampı kurulur. Burada
gönüllüler çok sıkı bir eğitime tabi tutulur ve sadece bu eğitimi tamamlayanlar
o ünlü yeşil bereyi takmaya hak kazanırlar. Bu yeşil bere, en yüksek askeri
eğitimin, self disiplinin, cesaretin, gücün, dayanıklılığın ve inisiyatifin
sembolüdür. Bu birliklerin mottosu ise “birlikte feth ederiz” ( united we
conquer) dir. Yapılan operasyonlarda 1700 komando hayatını kaybeder ama savaş
kazanılır ve savaştan sonra işte tam buraya Spean Bridge Lochaber’e bu anıt dikilir. Biz buradan yola
devamla Invergarry şatosuna ulaştık. Hava serin ve çok güzel bir İskoç yağmuru var.
Dar ve ağaçlık bir yoldan Invergarry Şatosuna giriyoruz. Şato ortaçağ formundan
ziyade bir Victoryen burjuva malikanesi olarak inşa edilmiş. Ama kurulduğu
mülkün sınırları içinde eski bir ortaçağ şato harabesi de var. . Dünyanın
keşmekeşinden uzak, sonsuza kadar aynı kalması için tasarlanmış bir bahçenin
içine yerleştirilmiş bu şatoda otel görevlileri ve misaifirlerde sessiz
konuşuyorlar. Herkes saygı duyulması gereken bir sükûtilik ve bu mekanı
kaplayan yüce bir sessizlik olduğunu düşünüyormuşçasına ölçülü ve sessiz. Bu
sessizlik ne ulu meşe ağaçlarını ve yağmur damlalarının parıldadığı bahçeyi
izlerken içtiğimiz ikindi çayında, ne geyik etinden yapılmış özel yemeğin
servis edildiği akşam yemeğinde, ne de şömine başında içkilerin
yudumlandığı gece sohbetlerinde
bozulmuyor. Herkes parmak uçlarına basarak yürüyor ve fısıltıyla konuşuyorlar.
Duvarlardaki yüksek kütüphaneler insani hafiflikleri emiyor adeta. Yağmur
altında şatonun bahçesinde bulunan göle yürüyoruz çiçekli bir yoldan. Karşı
tepelerde geyik sürüleri var. Böyle bir
yerde sürekli yaşamanın akıl ve ruh üzerinde yükseltici etkileri olacağını
düşünüyorum. Britanya yüksek sınıflarının imparatorluğa, eylem, ruh ve zeka ile
kattıklarında sürdürdükleri bu yaşam dolayısıyla da sahip olabildikleri
karakteristiklerin etkisi olduğuna eminim.
21 Mayıs Pazar
Bir daha İskoçya’ya gelirsek
sadece bu ya da benzer bir şatoda kalacağız. Tatilimiz bu olacak diye
konuşuyoruz. Planladığım kitaplarımı bu güzel ve dingin atmosferde yazabilirim.
Uzun bir yolumuz var güneye doğru. İskoçların meşhur sayfiye yeri Loch Lomond’a
gidiyoruz. Yolumuzun üzerinde Yeryüzünün Hazineleri adlı özel bir jeoloji
müzesi var. Elbette ziyaret edeceğiz. Dünyanın değişik yerlerinden toplanmış
mineraller, kayaçlar ve yüzlerce değişik fosilin yer aldığı bu müzede adeta
doğa bilimleri dersi alıyoruz. Ayça yeni dahil olduğu bu jeoloji dünyasını
hayranlıkla izliyor. Yer kürenin bu hazinelerinin oluşması yüz milyonlarca yıl almış. Jeoloji insan
erkini ve aklını aşan yerkürenin gizil güçlerinin çarpıştığı bir Gigantomaji ,
bir devler savaşı. Bu ilginç müzenin bir de hediyelik kısmı var. Orada bir çok
fosil ve mineral satılık. Ammonit fosilleri alıyoruz. Ben bir de küçük bir
Dioptaze parçası alıyorum. Hayatımda ilk defa gördüğüm bu taşa bakmanın beni
ferahlattığını hissettim. Hava yağmurlu ve sisli yola devam ediyoruz. Göllerin
ve hırçın nehirlerin aktığı, haşin zirvelerin sislerin ardından bize baktığı
Highlandlardan geçiyoruz. Trossachs milii parkı muhteşem Lomond vadisine doğru
alçalıyoruz. Yolda bir mola esnasında İskoçya zirvelerine tırmanırken ölen
dağcılar için dikilmiş bir cairn ( taş yığıntısı) görüyorum. Şöyle yazıyor “
onlar sevdikleri yerlerde öldüler” Loch Lomond’un güney kıyısında Balloch
adında bir kasabada kalacağız. Otelimiz güzel bir bar- restaurant’a sahip.
Lomond’un güney kıyılarındaki Balloch Castle Country parkta sakin bir akşam yürüyüşüne çıkıyoruz. Doğal bir
ormanı yürüyüş yollarıyla bezemişler. Böyle bir parka sahip olan bölge insanları
ne kadar şanslı. Bir yanda Lomond gölü manzarası diğer yanda asırlık ağaçlarla
süslü ve içinde muhteşem bir şatonun yer aldığı harika bir park. Şato daha 1200 lü yılllarda var olan önceki
yapının üstüne 1808 yılında İngiliz Mimar Robert Lugar tarafından neo gotik
sitilde inşaa edilmiş.
22 Mayıs Pazartesi Lomond aktivitelerine katılmak istiyoruz. Göl
kıyısında Kızılderili tipi kanolarla kano yapıyor. Alışveriş yerlerini geziyor.
Tree Zone Aerial adlı zorlu bir macera parkurunu deniyoruz. Bu zorlu parkurda
bir de İskoç rehberler bizim için daha zorlayıcı davranınca daha da zorlandık
ama keyif aldık. Atlı trekking düşünmüştük ama mevsim sanırım açılmamış henüz. Golf oynamaya çalıştım bir parkurda. Sabır ve
dikkat isteyen bir spor. İskoçya’da hemen her yerleşimde golf sahaları ve golf
kulüpleri var. Ben İskoçya’ya Lochlara girmek ve Okyanusta yüzmek için
gelmiştim. Maalesef hava hem soğuk ve yağmurluydu. Ama bir göle girmeden
buradan dönmeyeceğim. Loch Lubnail’in soğuk ve karanlık sularına güzel bir
İskoç yağmuru eşliğinde giriyorum. Su harika. Akşam tadı damağımızda kalan
geyik eti peşinde bir çok restaurant
dolaşsak ta ne geyik ne de sülün eti bulamıyoruz. Biz yine fish &
chips ve kuzu etine talim ediyoruz.
23 Mayıs Salı istikametimiz
2 gün geçirmeyi planladığımız Glasgow. Artık kırsal İskoçya bitti. Son dört
günümüzü Glasgow ve Edinburg’a ayırdık. Glasgow 600 000 nüfuslu İskoçya’nın en
büyük şehirlerinden. Şehirde 20 nin üzerinde müze ve sanat galerisi var.
Bunların her birini gezmek en az 15 gün sürer. Buchanan caddesinde dolaşıyor ve
şehri hissetmeye çalışıyoruz. Sokak sanatçılarının yoğun olduğu önemli
markaların boy gösterdiği geniş bir caddeler zinciri Buchanan. İsmini 3.
George’un heykelinden alan George Squire’da önemli İskoçların heykelleri var .
Buhar makinesini bularak sanayi devrimini başlatan James Watt, defalarca Britanya
başbakanlığı yapan büyük devlet adamı
William Ewart Gladstone,ünlü İskoç tüccar ve parlamenter James Oswald, Graham
kanunu adıyla biline gazların soğurum yasasını keşfeden kimyager Thomas Graham, ünlü şair Thomas
Campbell, Kırım savaşı mareşallerinden Highland taburlarının kumandanı Lord
Clyde, Napolyon savaşlarının kahramanlarından Lituenant General Sir James
Mooere, şair Robert Burns bu meydanda bulunan heykellerden bazıları. Glasgow’un
ünlü sahhaflarını dolaşmak istiyorum. Ayça çok fazla kitap satın aldığımızı ve
bu kitapları taşımakta zorlanacağımızı düşünüyor. İlk durağımız Caledonia
Bookshops. Üç katlı bu kitapçıda Ayça bıraksa gün boyu kalabilirim. Gerçekten
değerli kitaplar satın alıyorum. Eliade ve Campbell’a ait olanlar bunların
bazıları. Bazı sorduklarıma da ulaşamıyorum. Dükkan sahibi bey alış verişimi
tamamladığımda bana aradığım kitaplar için diğer bir sahhaf arkadaşına bakmamı
öneriyor ve dükkanı tüm detaylarıyla tarif ediyor. Bizde bir zamanlar “ben bu
gün siftah ettim, arkadaşım da etsin” diye müşteriyi başka dükkanlara
yönlendiren lonca etiğine ne kadar benziyor. Fatih dönemindeki Osmanlı
esnafının ahlakından bahsediyorum.
Burası da dünyayı gizliden gizliye hala idare eden Birleşik
Krallık. Diğer durağım Thistle Books,
buradan Norman Mac Caig’in şiirlerini alıyorum. Sonra buradan da Voltaire and
Roussea’u ya geçiyorum. Büyücülere benzeyen, kitapların içinde kaybolmuş
mitolojik bir figürün çalıştırdığı bu dükkan etrafa gelişi güzel saçılmış
binlerce kitabın içinde kaybolabileceğiniz bir yer. Buradan da Churchill’in
gençlik dönemini anlatan bir kitap ve ünlü Amerikalı filozof Emerson’un
şiirlerini alıyorum. 1918 baskılı bu
kitap tam bir sahhaf keşfi oluyor. Bu günü böyle geçiriyor ve Glasgow
üniversitesi yakınlarındaki otelimize çekiliyoruz.
24 Mayıs Çarşamba Erkenden
kalkıyor ve basit bir kahvaltının ardından Kelvingrove sanat galerisi ve
müzesine yollanıyoruz. Burası para ödemeden girebileceğiniz bir yer. Okul
çocukları, sıradan vatandaşlar bu muazzam müze ve galeriyi rahatça geziyorlar.
Müzede dolaşan ve bazı galerilerde resim yapan, öğretmenlerini dinleyen
çocukları görünce bu şekilde dünyaya gözlerini açan çocukların sahip olacağı
kavram, kelime ve hayal gücü zenginliğinin nasıl bir eylemsel zenginliğe
dönüşeceğini ve birleşik krallığa enerji olacağını düşünüyorum bir an.
Hayranlıkla dolaştığımız sanat galerisi kısmında
man in Armour - Rembrant, Vetheuil- Monet, Alexander Reid- Van Gogh, Saint John
of the Cross - Salvador Dali, Staffordshire- Turner ve Thomas Carlyle- Whistler’ın
eserleri sergileniyor. Müze kısmında ise
dünyanın değişik yerlerinden gelen antropolojik ve biyolojik objeler var. Bu
müzeyi şöyle göz ucuyla gezmemiz bile
dört saatimizi alıyor. Buradan
sonra istikametimiz Glasgow üniversitesi. Bilimin ihtiyacı olan ağırbaşlı ve
sükuti tefekkür atmosferini taş ve taş yaşatan Glasgow üniversitesine hayran
kalıyorum. Üniversite adeta bir bilim mabedi havasında. Bu kampüste bulunan Hunterian müzesini gezmeyi
planlıyoruz. Rehberimiz bu üniversitede Viking Arkeolojisi üzerine yüksek
lisans yapan Kanadalı bir kız. Tıp, biyoloji, tarih, antropoloji, entomoloji,
zooloji, botanik ve paleontoloji alanında ilginç örnekler sunan müzeyi gezmek 2
saatimizi alıyor. Gezilecek çok yer var ama gün yetersiz. Müze Glasgow’lu olan
, Londra’da Kraliçe Charlotte’a doktorluk yaparak ünlenen ve servet sahibi olan
Dr. William Hunter’ın kişisel bağışları ve koleksiyonlarıyla hayat bulmuş.
Aydınlanma çağının o anlamak, toplamak,
sınıflandırmak ve çözümlemek konusundaki istekliliği bu gün de müzenin asli
fonksiyonunu oluşturuyor. Bu gün 200 yaşında olan müze, dünyadaki en güzel
üniversite kolleksiyonlarına ev sahipliği yaparken, İskoçya’nın de en önemli
milli servetlerinden birini oluşturuyor. Biz sadece küçük bir galerisini
gezebildik. Tamamen gezmek için bir günümüz yeterli olmayabilirdi. Buradan
çıkıp akşamımızı Kelvingrove parkta dolaşarak değerlendiriyoruz. Bu güzel park
Glasgowluların ne zaman isterlerse nefes alabilecekleri doğallıkta, güzel
anıtlarla süslü bir alan. İster koşun, ister kitap okuyun, ister bisiklete
binin serbest. Ama parkta kafayı çekmek yasak. Parkta güzel bir Carlyle büstü
ve Afrika savaşında ölen İskoç hafif piyadelerine ait bir anıt dikkat çekiyor.
25 Mayıs Perşembe İskoçya’nın
başkentindeyiz son iki günümüzde. Edinburg 1437’den beri İskoçya’nın başkenti.
Nüfusu 500 000 civarında. İlk gün princess
Street de biraz dolaştıktan ve otelimize yerleştikten sonra arabayı teslim
etmeden önce temizleteceğiz. Bu gün son günümüz. Arabayı zor şartlarda
kullandım. Kirlendi ve yer yer cilası çizildi. Kiralama şirketinin teslimatta
büyük problem çıkaracağını tahmin ediyorum. Önce arabayı Glasgow sanayisinde yıkatıyoruz.
Yıkatınca görüyorum ki çizikler gitmemiş. Pasta cila için navigasyondan
bulduğum bir tamirciye gidiyoruz. Bizi çakı gibi enerjik, neşeli kızıl saçlı bir İskoç usta
karşılıyor ve samimiyetle elimi sıkıyor. Tam bir İskoç aksanıyla bu işin 100 poundu
geçeceğini en iyisi kendimizin pasta cila malzemesi satın alarak bunu yapmamız
olduğunu belirtiyor. Malzemeleri nereden alacağımızı soruyorum, tarifi aldıktan
sonra müteşekkir olarak ayrılıyoruz. Yaptığı işi önemseyen, işine ve kendine
saygısı gözlerinden okunan, adeta Samuel Smiles’ın çalışkanlık ve enerji
timsali kahramanlarına benzeyen bu İskoçu hiç unutmayacağım. Ayça ile pasta
cila malzemelerini alıyoruz. Arabayı Mac Donald’s’ın park yerine çekip insanların
meraklı bakışlarına aldırmadan karı koca pasta cila yapıyoruz. Bu sanayi
atmosferini ve bu şekilde çalışmayı sevdim.
Bir yandan stoutumu yudumlarken bir yandan da çalışıyorum. Arabayı pırıl
pırıl yapıyoruz. Sonra da keyifle burgerlerimizi yiyoruz. Arabayı sorunsuzca
teslim ediyor ve rahatlıyoruz. Öyle rahatlıyoruz ki 20 günden beri her gün
bilmediğimiz yollarda, bilmediğimiz trafik kurallarında, sağdan direksiyonlu ve
soldan akan trafikte bu aracı sürmek hayatımın en ciddi streslerindendi
diyebilirim.
26 Mayıs Cuma Bu gün
Edinburg’un old town denilen
bölgesindeyiz. Ortaçağdaki şehir ve bina üslubunu aynen koruyan bu bölge adeta
yaşayan bir tarih sunuyor. Edinburg’un en güzel mağazaları bu bölgede. Her yer
turist kaynıyor. 3 hafta burada kalınca memlekete bir şeyler götürmek şart
oluyor. Bütün günümüzü şehirde gezerek değerlendirdik. Yorgunluğumuzu Waverley
Park Gardens’da çimlere uzanarak
gideriyoruz. Uzun gün ışığının keyfini çıkaran İskoçların hepsi kendilerini
parkın çimlerine atıyorlar işten sonra. Özellikle güneşli ve sıcak bu gün
çimler soyunmuş, güneşlenen, kitap okuyan insanlarla dolu. Tabi ki parklarda
mangal yapan, köpek dolaştırıp çimlerin üzerine pisleten insanlar yok. İnsanca
keyfini çıkarıyorlar doğanın ve bu güzel günün Edinburglular. İskoçya sehayatim burada bitiyor. Bundan sonrası
dönüş için hazırlıklar, aldığım kitapların hava alanında ağırlık yaparak bana
ödettiği paralar ve Balıkesir’de beni bekleyen işler. Elbette 3 haftalık bu
sıradışı tatil boyunca her gün maillerimi kontrol etmek ve işi takip etmek
durumunda kaldım. Bir taraftan planladığım rotayı gerçekleştirmeye çalışırken
bir taraftan ülkeye adapte olmak, diğer yandan da şirket işlerinden kopmamak
için takipçi olmak zorunda kaldım. Bu yolculuk bir balayıydı. Benim için de
Ayça için de hayatın kısa bir özeti gibiydi ve son derece enerjik, zorlu ve
mücadeleli bir tatildi. İkimizde başarıyla üstesinden geldik, çok şey gördük,
çok şey öğrendik, bakış açılarımız zenginleşti ve birbirimizi en namüsait
koşulları paylaşarak daha iyi tanıdık. İskoçya benim için bir düşün gerçeğe
dönüşmesi ve yeni bir başlangıçtı. Bunun nasıl bir başlangıç olduğunu zamanla
göreceğimi umuyorum.
Büyük İskoçlar
Britanya adasının kuzeyindeki bu
ülke sisler ardında kalsa ve hakkında çok şey bilinmese de mühim bir ülkedir.
Özellikle modern dünyanın şekillenmesine büyük katkıları olmuş bir çok büyük
adam yetiştirmiştir. Tutumluluk,
çalışkanlık, cesaret, disiplin ve sebat ayrıca yüksek ve aydınlık bir enerji bu
ülke insanlarının ayırd edici vasıflarını oluşturur. Ayrıca modern dünyada
etkisi tartışılmaz olan modern masonluğun doğduğu yer de İskoçya’ dır. İskoç
riti mason ayinleri içinde önemli bir ritüeli belirtir. Belki çoğumuzun
haberdar olmadığı kaynağı İskoçya olan fikir, buluş ve düşüncelere kısaca
değinmeden geçemeyeceğim.
Penisilinin mucidi Alexander
Fleming, Televizyonun mucidi John Logie Baird, Bilgilerimizin deneyimlerden
geldiğini iddia eden Filozof David Hume, Telefonun mucidi Alexander Graham
Bell, Buhar makinesiyle sanayi devrimine ivme kazandıran James Watt, Elekro
manyetizmayı keşfeden ve kuantum fiziğinin temellerini atan James Clark
Maxwell, Karşılaştırmalı üstünlükler teorisi ile global ekonominin mucidi olan
Adam Smith, Romantik şair Robert Burns , ünlü tarihi roman yazarı Sir Walter
Scott, Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle, Biçerdöverin mucidi
Patrick Bell, Lokomotifi icade eden Robert Stephenson, Define adası romanının
yazarı Robert Louis Stevenson, sıtmayla mücadelede kininin kaşifi George
Cleghorne, Şehir planlamacılığının babası Sir Patrick Geddes,Teleskopun mucidi
David Gregory, Afrikanın keşfinde önemli katkıları olan kaşif ve misyoner David
Livingstone, Bisikletin mucidi Kirkpatrick Macmillan, Radarın mucidi Robert
Watson-Watt, kahramanların dünya tarihini yarattığını iddia ederek Nietzsche’yi
önceleyen filozof Thomas Carlyle, Oscar’lı aktör Sean Connery, Filozof John
Stuart Mill, Modern sosyolojinin babası
Adam Ferguson, Kameranın mucitlerinden Henry Fox Talbot, Milli park fikrini ilk
yaratan adam John Muir, Büyük adamların başarı ve mücadele öykülerini anlattığı
kendine yardım adlı kitabı milyonlarca baskı yapan ve dünyanın hemen hemen
bütün dillerine çevrilen Samules Smiles ve onun 3 kuşaktan torunu Bear Grylls
adlı out door uzmanı İskoçyalıdır. Ayrıca dünyada ilk genetik kopyalama işlemi
Edinburgh’da Roslin Institute’de yapılmış Dolly adlı bir koyun Prof. Sir Ian
Wilmut önderliğinde büyük bir bilimsel ekiple kopyalanmıştır.
İskoçya Hakkında Birkaç Söz..
İskoçya Pictlerin, Keltlerin,
Vikinglerin ve Anglo Saxonların
karışmasından oluşmuş kuzeyli bir ulus. Ülkenin özellikle batı
kıyılarında İngilizcenin yanında Gaelce denilen Keltçe’nin bir diyalekti
konuşuluyor. BBC Alba , -Alba İskoçya’nın Gaelce ismidir- bu dilde yayın yapıyor. Bu dilde eğitim
veriliyor. Bir de İskoçların İngilizceyi kendilerine özgün bir aksanla
konuşmaları söz konusu. Bizdeki bir lazın Türkçe konuşması gibi bir İskoçun
aksanlı İngilizce konuşması. Anlamanız çok zor. iskoç toplumu herbirinin ayrı tarihsel özellikleri olan ve bu gün hala toplantı ve etkinlikler düzenleyen 89 kılandan oluşuyor. Her bir klanın kendine özgü bir tartan motifi var. tartan bir nevi kareli yün kumaş demek. İskoç erkeklerinin geleneksel kıyafeti olan kilt bu klanlara özgü tartanlardan dikiliyor. Bu arada iyi bir kilt takımı oldukça pahalı. TL ile 5000 TL'nı gözden çıkarmanız gerekiyor. Tarih boyunca sürekli olarak birbirleriyle savaşan, bazı durumlarda da ortak düşmana karşı birleşen klanlar hem dini hem de askeri bir önder reis ve ona bağlı savaşçı erkeklerden oluşuyor. Bu gün hala İskoç halkında o savaşçı ruhu görmek mümkün. Nüfusu 5 milyon 295 bin olan bu
ülke’de kişi başına düşen milli gelir 22 000 Sterlin, yani yaklaşık 110 000 TL
dir. Finansal servisler,yenilenebilir enerji, genetik bilimler, eğitim, petrol
ve gaz, yeme içme sektörü, sürdürülebilir turizm, Bilgi ve iletişim
teknolojileri ve elektronik, tekstil bu ülkenin belli başlı endüstri
kalemlerini oluşturmaktadır. Bu denli gelişmiş bir ülke olmasına rağmen
İskoçlar büyük şehirlerinden tutun, köylerine kadar doğa ile iç içe yaşıyorlar.
Şehirlerindeki insani ve doğal hayat göz kamaştırıcı. Herkes müstakil bahçeli
ve klasik İskoç mimarisine sahip evlerde yaşıyor. Muhtemelen evlerin belli form
ve şekillerde olması bir kural. Bizde olduğu gibi hiçbir mimari stile ve
geleneğe sahip olmayan, şehirleri beton çöplüğüne dönüştüren yapılar bu ülkede
yok. Doğalarını kendi milli
karakterlerinin bir parçası olarak gören bu insanlar ülkelerinin
koruyabildikleri her güzelliğini korumuşlar. Bütün İskoçya’yı dolaştım, ne
yüzeye açılıp peyzajı tahrip etmiş madenler, ne taş ocakları ne de aklınıza
gelebilecek her yere yapılmış yollar gördüm. Binlerce irili ufaklı gölü olan
İskoçlar hiçbir gölün kıyısına giden araba yolu yapmadıkları gibi hiçbir dağın
zirvesine kadar da çıkan araba yolu yapmamışlar. Çok isteyenler o güzelliği
görmek için sırt çantalarını alıyor ve biraz yürüyorlar. Bu ülkede gördüklerim
ve çıkardığım dersler bunlar oldu. Belki farkında olmadan edindiğim dersler de
olmuştur. Onların da yaşadıkça farkında olacağım.