1 Ağustos 2017 Salı

BÜYÜK İSKOÇYA SEYAHATİ



Çocukluğumdan beri hayal ettiğim İskoçya seyahati için bütün detayları planlamıştım. Kuzey’de sisler ve yağmurlar arasında yer alan, tarih boyunca tuhaf ,inatçı ve  savaşçı halkların sürekli bir hareket içinde devindiği, Britanya Kraliyet tacının en değerli mücevheri olan bu ülkenin derinliklerine nüfuz etmek ve onu yaşamak için tam 3 haftalık büyük bir seyahat planladım. Planlarıma göre seyahatim Edinburg’da başlayacak. Araba kiralayarak İskoçya’nın doğu sahili boyunca kuzeye ilerleyecek , kuzey kıyılarını takip ederek batıya geçecek ve oradan aşağıya doğru batı kıyılarını takip ederek Glasgow şehrine ulaşacağım. Glasgow’dan sonra Edinburg’a dönecek ve seyahatimi böylece tamamlayacağım.  Bu seyahat süresince İskoçya’nın büyük şehirlerinden çok köyleri, kasabaları ve küçük şehirlerinde olacağım. Seyahatimde İskoçya’nın eşsiz yabanıllığını yaşama fırsatı da yaratacağım ve değişik yerlerde kamp kuracağım.  İskoçya seyahatimin planını tamamen tek başıma yaptım, seyahat boyunca hiçbir tur programından destek almayacağım. Bu koca ve gizemli ülkede eşimle birlikte sonuçları kestirilmez bir maceranın içine atıyoruz kendimizi.




8 Mayıs 2017 Pazartesi : Bu gün İstanbul- Edinburg uçuşunu yapıyoruz. Direk uçuşumuz dört saat sürüyor. Keyifli bir yolculuk oldu. İniş esnasında İskoçya’nın ıssız highland platoları ve araya serpiştirilmiş , Gael dilinde Loch denen küçük gölcükler ve çam ormanlarını heyecanla seyrediyor ve bir an önce bu maceraya atılmak için sabırsızlanıyorum. Maceranın ilk durağı araç kiralama şirketi. Burada yaklaşık 1 saat prosedürler için bekliyoruz. Sonunda aracımızı alıyoruz ancak İskoçya macerasının en stresli safhaları bundan sonra başlayacak. Birleşik Krallık trafik uygulamalarının bir parçası olarak İskoçya’da da direksiyon sağda, yol soldan akıyor. Tüm trafik buna göre düzenlenmiş. Türkiye’de iken bu konuda dinlediğim hikayeler bende biraz strese sebep oldu. Sol tarafları vurulan arabalar, Britanya trafiğinde araç kullanmayı başaramayan şoförler beni düşündürüyor. Ancak direksiyona geçtiğimde geri dönüş yok. Ben bu parkuru başarı ve keyifle bitireceğim diyorum eşimin de desteğiyle. Kazasız belasız yaklaşık 3000 mil sürecek bu parkuru bitirmek en büyük hedefim. İlk hedefimiz İskoçya’nın kalbi olarak kabul edilen Stirling.  Bir taraftan arabaya alışmaya çalışıyor, bir yandan trafiğe uyum sağlamaya gayret ediyor bir yandan da Edinburg’un kalabalık otoyollarında  tabelaları kontrol ederek Stirling’e doğru ilerliyoruz. Ayça’nın navigasyonla yürüttüğü yardımcı pilotluk olmasa işim oldukça zor olabilirdi. Yolda ara ara yaptığım kural ihlalleri ve hatalar İskoç şoförleri bile çileden çıkarıyor, öfkeyle korna çalıyorlar. Biz ilerledikçe İskoçya’nın sonsuz yeşil ve masalsı bir karaktere sahip peyzajı kendini gösteriyor. Yer yer gözümüze çarpan çiftlik evleri ve meşe korulukları çok şirin. Otoyollarda Edinburg’un hemen dışında bile dikkat geyik çıkabilir uyarıları bu ülkenin iyi korunmuş yaban hayatı konusunda fikir veriyor. Arabayı akşam üstü aldığımız için zamanımız kısıtlı. Ancak kuzey ülkelerine özgü uzun gün ışığının avantajı ile ilerliyoruz. Stirling’te nerede kalacağımızı planlamadım. Bir yerlerde kamp kurmayı hedefliyorum. İhtiyaçlarımız için bir süpermarkette durup alışveriş yapıyoruz. Buraların en yaygın alışveriş merkezleri Tesco’lar ne ararsanız bulmak mümkün. Biz hızlı, hazır gıda ihtiyaçlarımızı ve içeceklerimizi alıyoruz. Yolda gördüğüm tüm doğal alanlar dikenli tellerle çevirili. Kamp kurabilecek yer görünmüyor. Kamp yerleri neredeyse otel fiyatları kadar pahalı olduğundan ve doğal görünmediğinden oraları da tercih etmek istemiyorum.  Hava karardığı halde hala uygun bir yer bulamayınca Ayça devreye giriyor ve bookings.com dan bölgedeki en uygun yerleri sıralıyor. Rotamızı Stirling Üniversitesinin kampüsündeki bir otele çeviriyoruz. Gece nereyse 23 te otele giriyor ve bu ilk stresli günün ardından dinlenmeye geçiyoruz.











9 Mayıs 2017 Salı : Sabah 4 ‘te aydınlanan havanın da etkisiyle erkenden kalkıyor ve kahvaltıya iniyoruz. İskoçların çok övündükleri kahvaltıları bize hiç te sevimli görünmüyor. Bir çeşit kuru fasülye, domuz sosisi, pastırması, mantar, jelleşmiş reçeller, kızarmış domates bu kahvaltının öğelerini oluşturuyor. İskoçya bir hayvancılık ülkesi olmasına rağmen menüde peynir yok. İlerleyen günlerde rastladığımız peynirler ise zavallılık derecesinde kötü. Sınırlı kahvaltımızın  ardından hedefimiz William Wallace anıtı oluyor. William Wallace popüler lügatçede namı diğer Braveheart İskoçya’nın  İngiltere’ye karşı 1200 lü yıllarda verdiği bağımsızlık savaşını ateşleyen lider bir figür. Wallace İskoçyalılar için özgürlük ve cesaret demek. 1297’de Lanark kasabasındaki İngiliz şerifi öldürerek bütün İskoç kılanlarının katıldığı bir isyanı ateşleyen küçük bir toprak sahibi olan Wallace, yine aynı yıl Surrey Kontu John de Warenne ve I. Edward’ın hazinecisi Hugh de Cressingham tarafından liderlik edilen büyük İngiliz ordusunu Stirling köprüsünde bozguna uğratmayı başarır. Surrey Kontu öldürülür. Bundan sonra İskoçya’nın muhafızı ünvanını alan ve 1298’de şövalye ilan edilen Wallace, güneye doğru ilerlemeyi sürdürür ve York’u yağmalar. Tehlikenin önemini fark eden İngiliz soyluları Kral I. Edward’ın etrafında birleşirler. Edward büyük bir orduyla Kuzeye doğru ilerler. İngiliz ordusu  ile yüzleşmekten kaçınan ve Edward’ı İskoçya içlerine çekmeyi hedefleyen Wallace ve İskoçya ordusu Falkirk savaşında İngilizleri karşılar. İskoçlar mağlup olur. Wallace destek aramak için Fransa’ya gider. Bu sırada Robert Bruce İngilizlerle anlaşır ve İskoç bağımsızlık hareketinin liderliğini alır. Wallace dışlanır. İngilizler başına ödül koyarlar. Bir süre kaçak gezen Wallace 1305 yılında Glasgow yakınlarında yakalanır. İngilizleri onu Londra’da asar, cesedini parçalar ve kafasını da Londra Köprüsüne asarlar. Wallace ölse de İskoçya için bağımsızlık sembolü olur ve İskoçlar 1861 de başlanan, 1869 da  tamamlanan büyük bir ulusal anıt inşa ederler.. Anıt İskoçya’da bulunan irili ufaklı 20 Wallace anıtından en büyüğüdür ve Glasgow’lı mimar J. T. Rochead tarafından yapılmıştır. 67 metre yüksekliğinde, 3 ana bölümden oluşan ve  246 basamakla en üst katına çıkılan bir yapıdır. Yapının içinde başta William Wallace’ın orijinal kılıcı olmak üzere,  Wallace’ın özgürlük mücadelesine ve savaşlarına dair enstantaneler, o dönemdeki savaşçılara ait silah ve zırhlar, hall of heroes yani kahramanlar salonu bölümünde İskoçya’nın dünya tarihine mal olmuş önemli Figürlerinin büstleri, en üst katta da muhteşem bir Stirling manzarasına bakan, tarihi bir çatı katı bulunur. Buradaki ziyaretimizden sonra orman yollarını kullanarak tepeden aşağı üniversite bahçesine doğru iniyoruz. İskoçlar park ve bahçelerde bile doğayı olduğu gibi bırakmayı seçerek doğal ağaç, çalı ve çiçeklerin gelişmesine izin veriyorlar. Bizde olduğu gibi her park alanına süs bitkileri ekmek, o yörede yetişmeyen ithal ağaçlarla süslemek alışkanlıkları yok. Ayrıca park alanlarında da tavşan, sincap yer yer karaca gibi memelilere rastlamak mümkün.  Bütün bu güzellikler arasından Stirling Üniversitesi bahçesine iniyoruz. Üniversitenin kampüsü benim hayatımda gördüğüm en güzel kampüs. Böyle bir okulda yeniden öğrenci olmak için her şeyden vazgeçmeye değer diye düşünüyorum. Koruluklar, göller, golf sahaları, çiçek tarlaları, kaya bahçeleri, küçük dereler ve bunların arasına serpiştirilmiş okul binaları muhteşem. Ayça ve ben hayretler içerisinde kalıyor ve keyifle bu güzel okulu geziyoruz. Okulda bizim okullarda olduğu gibi güvenlik görevlileri, polisler yok. Elimizi kolumuzu sallayarak okul koridorlarında dolaşıyoruz. Üniversitede 8000 civarında öğrenci var, bunların % 20 si yabancı. Genç bir üniversite olan Stirling dünya genç üniversiteler sıralamasında 46. Sırada, dünya üniversiteleri sıralamasında da 305. Sırada yer alıyor. Bu güzel kampüsten ayrılıp eski Stirling şehrine Stirling kalesini görmek için hareket ediyoruz. Şehir ortaçağdan kalma evler, taş sokaklar ve tarihi yapılarıyla olduğu gibi duruyor. İskoçlar şehirlerinin tarihsel karakterlerini muhafaza ediyorlar. Biz öncelikle biraz alışveriş yapıyor, sonra da şehri gezmeye çıkıyoruz. Şehirde güzel bir Wallace heykeli mevcut. İlk olarak Church of Holy Rude’u ziyaret ediyoruz. Şu an bir presbiteryen kilisesi olan yapı 900 yıllık.  Kilise 1129 yılında Kral I. David zamanında yapılmış ve kilisenin en önemli özelliği bir coronation kilisesi olması, İskoç Kraliçesi Mary, Kral   VI. James bu kilise de taç giyen kişiler. Kraliçe II. Elizabeth ise atalarının taç giyme töreninin canlandırılmasını izlemek için bu kilisede yapılan bir törene katılıyor 1997 yılında. Kilisenin İncil’den hikayelerin anlatıldığı vitraylarını çok beğeniyorum.  Kilisenin mezarlığını geziyoruz. İskoçlar obelisk şeklindeki mezar taşlarını seviyorlar.. Bazı mezarlar kubbe şeklinde. Birçoğunda masonik semboller var.   Yüksek bir tepeye çıkarak İskoçya’nın en eski yapılarından biri olan Stirling Kalesini seyrediyoruz. Bu kale İskoç Lowlandları ve Highlandlarını birbirine bağlayan volkanik ve tarihsel bir broşa benzetilir. 1200 lü yıllardaki İskoç bağımsızlık savaşları sırasında kale etrafında kanlı savaşlar olmuş ve kale İskoçlar ve İngilizler arasında sık sık el değiştirmiştir. Yolumuzu Perth şehrine çeviriyoruz. Perth İskoçya’nın eski başkenti olarak ta bilinen Tay halicinin ucunda merkezi bir noktada. Biz ulaştığımızda dükkanlar kapanmış. İskoçlar saat 18 30 dan sonra çalışmıyorlar. En turistik yerlerde bile durum böyle. Bizde açık pub ve restaurantlar dışında bir şey bulamıyoruz. İskoçların geleneksel tadları Haggis’ten oluşan bir akşam yemeğinden sonra yola devam ediyoruz. Haggis kuzunun midesinde kalp,ciğer ve etin küçük parçalar halinde bol baharatla pişirilmesinden oluşuyor. Bir de üstüne yumurta kırıyorlar. Ben severek yedim. Akşam olmadan bir kamp yeri bulmak için yola çıkıyoruz. Doğa çok güzel ama İskoçlar her yeri parsellemiş ve tellerle çevirmişler. Orman yolları bile demir kapılarla kapatılmış ve büyük kilitlerle kitlenmiş durumda. Yavaş yavaş sinirleniyorum. Sanırım kimse kamp kurmasın herkes paralı yerlerde kalsın diye oldukça detaylı çalışılmış. Bu arada İskoçya’da kamp serbest ama yaya dolaşamayacağınız için aracınızla ya da karavanınızla bir orman yoluna girmeniz mümkün değil. İskoçya ormanları yayalara açık arabalara kapalı görünüyor. Her şeye rağmen ben açık bir orman yolu buluyor ve giriyorum. Altımda 4x4 bir araç var. Altı çok yüksek olmasa da bozuk orman yolunda beni epey götürdü. Güzel bir kamp yeri buluyor ve çadırı kuruyoruz. Yerleşim yerlerinden uzaktayız. Glamis şatosu yakınlarında olduğumuzu biliyorum. Yolumuzun üzerinde Forfar şehri var.  Kamp ateşi yakıyor ve güvenlik için kısa bir tur atıyorum. Kendi ülkemizden binlerce kilometre uzakta yabani bir ormanda kamp kurmak keyifli ancak yine de tetikte olmak lazım. Güzel bir gece geçiriyoruz. Orman sürekli oradan oraya uçan sülünlerin bağırtılarıyla inliyor. İskoçya ormanları sülün dolu, yolculuk boyunca defalarca yol kenarlarında koşuşan sülünlere rastladık. Av mevsimi dışında kesinlikle avlanmayan İskoçyalılar için ormanlarında bu tip canlıların olduğunu bilmek bir keyif. Avcılık ise önceliği doğayı ve canlıyı korumaya ve üretmeye veren bir centilmen sporu. Bizde hem doğal alan tahribatları, hem kökünü kurutmaya odaklı avcılıkla kıyaslayınca burada avcılık oldukça medeni bir uğraş gibi görünüyor.





10 Mayıs 2017 Çarşamba   Ladin ormanında taze bir sabaha merhaba dedikten ve güzel bir kahvaltından sonra ormandan ayrılıyoruz. Yolda bu bölgelerde çok yaygın olan ve İskoçya’nın ilk yerlileri olan Pictlerden kalan bir anıt taş görüyoruz. Bir tarafından pagan semboller varken diğer tarafında keltik bir haç çizilmiş.  Özellikle  yolumuzun üzerinde Mejgle’de pict taşlarından oluşan güzel bir müze var. Pictler hala kökenlerine dair tartışmalar yaşanan gizemli ve savaşçı bir halk. Kimileri onların Kelt kökenli olduklarını belirtse de kimileri onların efsanevi Hyperborea kayıp ülkesinin insanları olduğunu düşünüyor. Tarihçiler onların uzak bir geçmişte İskandinavya’dan göç ettikleri konusunda hemfikirler.  Romalıların savaşla dize getiremediği ve şerlerinden korunmak için tarihi Antonin ve Hadrianus duvarlarını inşa ettiği bu halka savaşlarda yüzlerine sürdükleri mavi boyalar için Pict adını verdiğini biliyoruz.  İstikametimiz Glamis Şatosu . İskoçya’nın en güzel şatosu olarak bilinen bu şato benim de gezdiğim ilk şato olacak. Şato 600 yıllık bir tarihe tanıklık ediyor. Tarihi 1300 lü yıllarda başlayan Şato , Shakespeare’in ünlü Macbeth oyununda bahsedilen Macbeth’in kral Duncan’ı öldürdüğü yer olarak kabul ediliyor. Glamis şatosunun benim için en heyecan verici tarafı burada hala soylu bir ailenin yaşamaya devam ediyor oluşu. Giriş için bilet alırken bize şatoyu anlatan yaşlı İskoç’un buradan yaşıyan var mı soruma : “ evet Lord Strathmore yaşıyor , onu tanımıyor musunuz   ? “ çıkışması ilginçti. Lord Strathmore daha doğru bir ifadeyle Simon Patrick Lord Glamis 19. Strathmore ve Kinghorne Lordu bu şatoda yaşıyor. Bu nedenle şatonun bazı bölümleri ziyarete kapalıyken muhteşem gezintimiz esnasında burası özel bir mülk olduğu için içeride fotoğraf çekmemize de izin verilmedi. Şatonun içinde gördüğüm şeyleri tarif etmem sayfalar sürer. Onu kendime bırakıyorum. Bu şatonun Britanya kraliyet tarihi için özel bir önemi var. 1372 Yılında Sir John Lyon’a Kral II. Robert tarafından Glamis Lordluğu  veriliyor. Sir Lyon Kralın kızı olan Prenses Joanna ile evleniyor ve  ailenin kökeni bu evliliğe dayanıyor.  İngiltere Kraliçesi I. Elizabet Lord ve Lady Glamis’in kızları. Kraliçe II. Elizabet’in kardeşi Prenses Margeret ise bu şatoda doğuyor. Yazları iki kardeş bu şatoda geçiriyorlar. Kraliçe II. Elizabeth hala bu şatoyu çok seviyor ve ziyaret ediyor. Kendisinin çocukluğundan beri tasarımı bozulmadan bırakılmış bir odasını da gördük. Şato kraliyet ailesi ile oldukça irtibatlı . Lord Strathmore Kraliçe II. Elizabet’in kuzeni oluyor. İskoçya ve İngiltere taçlarının  birleştiği ilk kral  Kral VI. James ile Glamis Lordu arkadaşlar. Kral sık sık bu şatoyu ziyaret ediyor. Odalardan birinde İngiliz tacının sembolü olan kırmızı gül ile İskoç tacının sembolü olan deve dikeninin yan yana gelişini simgeleyen güzel bir duvar süslemesini görme şansım oldu.  Şatonun içini gezdikten sonra devasa meşe ağaçları, asırlık ladinler  ve muazzam çiçeklerle  süslü bahçesini geziyoruz.  Kraliyet ailesinin miniklerinin sadık köpekleri için yapılan küçük bir mezarlık dikkatimi çekiyor. Ayça ile  tüm bahçeyi dolaşıyor ve şato arazisinden geçen bir nehrin kenarında termosuzda hazır ettiğimiz earl grey çayımızı yudumlar ve shortbreadlerimizi yerken,  nehir kıyısında görebileceğimiz söylenen su samurlarına bakıyoruz. Bu güzel şatodan çok zor ayrılıyor ve istikametimizi bir liman şehri olan Dundee’ye çeviriyoruz. Dundee küçük ve güzel bir şehir. Çok zengin ve lüks bir şehir havasında değil Dar gelirlilerin yaşadığını düşündüğüm çok katlı apartman daireleri gözüme çarpıyor. İskoçya’da orta ve yüksek gelirlilerin hepsi müstakil bahçeli, klasik İskoç mimarisinde yapılmış evlerde yaşıyorlar. Sadece dar gelirliler, göçmenler ve diğer düşük gelir gruplarının apartman dairelerinde yaşadıklarını görebiliyoruz. Dundee’de bir öğle yemeğinin ardından yola koyuluyoruz. Hedefimiz Grampian dağlarını geçerek , İskoç highlandları üzerinden Aberdeenshire’a ulaşmak. Oralarda bir kamp yeri bulabileceğimi düşünüyorum.  Cairngorms Milli Parkının içinden geçen yolumuzda ormanlar, gölller, karlı highland zirveleri, yer yer sis ve yağmurla sergilenen görsel bir şölen eşliğinde harika bir yolculuk yapıyoruz.  Bir ara yol kenarında geyik sürülerini görüyor ve arabadan iniyoruz. Bu muhteşem hayvanlar highlandların  ürpertici peyzajı içinde bizi birkaç dakika süzdükten sonra kaybolup gidiyorlar. İskoçya’nın neredeyse 5 katı büyüklüğünde bir ülke olmamıza ve çok daha geniş doğal alanlarımız bulunmasına rağmen böyle yol kenarlarında, doğal ortamlarında geyik görmek imkansız. Yola devam ediyoruz. Yine akşamüstünü geçtik. Her gittiğim kentten büyük bir heyecanla aldığım cdlerdeki  İskoç ezgilerini dinleyerek bu gizemli dağları geçiyoruz. Grampian dağlarının diğer tarafına geçtikçe orman başlıyor. Uzakta kraliyet ailesinin mülkü olan Balmoral şatosu arazileri var. Kamp yeri arıyorum fakat her yer çevrilmiş ve parsellenmiş, geç saatlere doğru  Glen Dye yakınlarında bir ormanda kamp kuruyoruz. Zemini yosunlarla kaplı ıssız ve sessiz bir ladin ormanı. Güzel bir kamp ateşi yakıyor ve akşam yemeği yiyoruz. Gece ormanın derinliklerinden gelen havlama ve haykırma sesine benzer bir sesle irkiliyoruz. Bir hortlak sesine benzeyen bu ses bana İskoçların meşhur hayalet hikayelerini hatırlatıyor. Ayça ne oldu diye irkiliyor. İskoçya canavarı diyorum gülerek.




11 Mayıs 2017 Perşembe Bu güzel orman sabahında erkenden uyanıyor ve ateşi tazeliyor, çay demlemeye girişiyorum. Ormanda köpeği ile yürüyüşe çıkmış bir İskoçla selamlaşıyor ve konuşuyoruz. Gece ormanda duyduğum sesi soruyorum. Karaca olduğunu söylüyor. Karacaların bu kadar gürültücü hayvanlar olduğunu bilmezdim. Bizim ülkemizde sessiz yaşamaya alışmış olmalılar. Muhtemelen ormanda yaktığım ateşten dolayı ormanı sahiplenmiş olan bu karaca bütün gece bağırarak beni korkutmak istedi. Kahvaltıdan sonra hedefimiz Abeerden. Bu büyük ve güzel liman şehri muhteşem heykeller ve her biri birer sanat eseri olan kamu binalarıyla süslü güzel bir şehir. Kuzey denizi kıyısında yer alıyor ve 215 000 civarında bir nüfusu var. Burada çok vakit geçiriyoruz. Şehri gezmek büyük keyif. Angus bifteğinden oluşan özel bir burger menüsünü de burada deniyor ve çok memnun kalıyoruz. İskoçya’ya özgü bir sığır türü olan Angus etlerinin yaklaşık 30 gün bekletilmesi yoluyla yumuşatılarak elde edilen bir biftek türü. Yemekten sonra Ayça’yı kolundan çekerek kitapçılara sokuyorum. Benim için kitap alışverişi olmazsa olmazlardan. Doğa bilimleri ve sosyal bilimlere dair güzel kitaplar buluyorum yaşlı bir İskoç hanımın işlettiği bir sahafta. Kitapları koyacak torbaya ihtiyacımız olunca İskoç hanım 10 peny diyor. İskoçlar poşet kirliliği yaratmamak için olsa gerek kendi torbalarını yanlarında taşıyorlar alışverişlerde. Torba almak isterseniz her yerde bir para ödemeniz gerekiyor. Benim bozuk param çıkışmayınca  arkamda sıra bekleyen yaşlı bir beyefendi benim yerime torba parasını ödüyor nezaketle. Cimri ve soğuk insanlar oldukları düşünülen İskoçların bana hiç te öyle gelmediğini düşünüyorum. Aberdeen çıkışında kavşakta yalnışlıkla soldan gelen Polis arabasına yol vermeyi atlayınca polis sireniyle bir anda durduruluyoruz. Ehliyet ve evrak kontrolü. Şimdi yandık diyorum. Bu arada arabada geleneksel İskoç şarkıları çalıyor. Turist olduğumuzu ve ilk defa Britanya da araç kullandığımızı belirtince polis bizi uyarmakla yetiniyor. Ucuz atlattığımız konusunda hemfikiriz. Aberdeenden kuzeye doğru sürüyoruz.  Sağımızda Kuzey denizi solumuzda yeşil İskoç kırları. Önümüzde Peterhead kasabası var.  Cullen’e doğru ilerliyoruz. Yolda benzin ikmali yapıyor ve kamp için bir şeyler alıyoruz.  Cullen yakınlarında  Bin Forest olarak tabelasını gördüğüm bir ormanda kamp yapacağız. Orman koşan, yürüyen, bisiklete binen İskoçlarla dolu. Tozu dumana katan bir arabaya pek hoş bakmıyorlar. Ancak bir kamp yeri bulmalıyız. Arabayı ormanın derinliklerine sürüyorum.  İnsanlardan uzak, hem de meşhur İskoçya rüzgarlarından korunaklı bir yer buluyorum. Çadırı bu defa Ayça kurarken ben de kamp ateşini yakıyor ve Tesco’dan aldığım bifteği hazırlıyorum. İskoçya’da Türk usulü mangal diye dalga geçiyoruz kendi kendimize.  Gün batana kadar yanımızdan 2 bisikletli geçiyor. İskoçlar doğa sporlarına milletçe tutkulular ve herkes spor yapıyor. Güzel bir akşam geçiriyoruz. Hava neredeyse saat 11 e kadar tam kararmıyor. Kızıl gökler, ladin ağaçları ve uğultulu tepelikler bu uzak ülkede yabansı bir özgürlük hissini yaşatıyor bizlere.








12 Mayıs 2017 Cuma Yine güneşli ve güzel bir orman sabahına uyandık. Güzel bir kahvaltı ile güne başlıyoruz. Az sonra ormandan iki cins köpek bize doğru geliyor ve kahvaltımıza ortak olmak istiyor. Arkalarından seslenen yaşlı İskoç klasik Country kostümüyle  orman yürüyüşüne çıkmış. Selamlaşıyoruz. Hoşbeşten sonra nereli olduğumuzu soruyor. Türkiye deyince irkilerek ne işiniz var bu uzak ülkede bu ormanda, yoksa başkanınızdan mı kaçıyorsunuz diye soruyor Erdoğan’ı kastederek. Britishlere özgü bu üsluba yine onlara özgü bir alaycılıkla , evet biz öncü olarak geldik, yerleşebilecek yerler var mı araştırıyoruz, arkamızdan daha büyük gruplar gelecek diye yanıt veriyorum. Konuyu değiştiren ihtiyar, kamp iznimizin olup olmadığını soruyor. İzin gerektiren bir işaret görmediğimizi belirtiyorum.  Ormancılar sizi görürse sorun çıkabilir diyor yarı tehdit eder tonda, daha sonra yani ben ormancı değilim yanlış anlamayın diyerek yumuşatıyor ortamı çatlak ihtiyar. Vedalaşıyoruz, geldiği yola dönerek gidiyor. İşkilleniyoruz, hemen çadırları topluyoruz. İhtiyarın buraya ormancıları göndermek gibi bir düşüncesi olabilir. Ormandan çıkış için yol ararken tüm çıkışların kilitli olduğunu görüyorum. Bu bilmediğimiz ormanda tecrübelerime güvenerek çıkış kapısını buluyorum. Ormandan kurtuluş özgürlüğe kaçış gibiydi. Bu ormanda kısılıp ormancılarla muhatap olarak tatilimi berbat etmek düşüncesi oldukça ürperticiydi. İstikametimiz İskoçya’nın tarihi şehirlerinden Inverness. Burada ilk ve en önemli durağımız Fort George askeri üssü. Yabancıların ziyaretine açık olan Britanya’ nın bu önemli askeri üssünü görmek ve Highlander müzesini ziyaret etmek istiyorum. Kale Culloden savaşı arefesinde Kral II. George’un ordusunun üssü olarak 1746 yılında inşa edilmiş. 22 yılda tamamlanan kale 250 yıldir Britanya ordusu tarafından aktif olarak kullanılıyor. İçeride Queen’s own highlanders askeri birliği var. Yani 3. İskoç kraliyet piyade taburu. Bu birlik Britanya imparatorluk tarihinde dünyanın her yerinde imparatorluk için kanını döken,  savaşçı İskoç klanlarının enerjisinden devşirilen Highlander birliklerinin son hali. Highlander’lar en son  Afganistan ve Irak’ta görev yapmışlar ve aktif olarak faal, seçkin bir askeri birlik. Eskiden sadece İskoçların katıldığı bu birlikte bugün İngiliz kolonyalizminin topraklarından gelen her türlü asker var. İçinde 20 000 parça eşya, 10 000 fotoğraf ve belge olan müzeyi ancak hızlı bir şekilde gezerek ve bol bol fotoğraf çekerek bitirebiliyoruz. İngilizlerin 1700 lü yıllarda klanlardan asker devşirmesi ile başlayan Highlander taburları dünyanın hemen her yerinde cesaretle ve onurla savaşmış askerlerden oluşuyor. Savaşçılıkları ve cesaretleri ile öne çıkan İskoç Klanlarından oluşan bu birliklerin kendilerine özgü , İskoç tartanlarından yapılma ekose kıyafetleri, etekleri ya da ekose pantolonları, kılıçları, ponponlu İskoç bereleri ve gayda müziğiyle yapılmış marşları mevcut. Müzedeki diğer Britanya imparatorluk birliklerinden kalan eşyaları da inceleyerek, Inverness şehrine doğru yola çıkıyoruz. Inverness, Loch Ness ve Moray Firth (Haliç) arasında içinden şirin bir ırmağın geçtiği tarihi bir şehir. 55 000 kişinin yaşadığı bu şehir highlandların başkenti olarak biliniyor ve en büyük geliri de turizm. Şehirde keyifli bir gezinti yapıyoruz. En ciddi problem trafik ve park yeri oldu.  2 günlük kampın ardından bu gün otelde kalacağız. Strathpeffer’de Highland oteli seçiyoruz. Strathpeffer güzel bir kaplıca sayfiye bölgesi. Oteli ararken geçtiğimiz kasabalarda, sağlıklı ve ışıl ışıl çocukların yeşil kırlar ve çimenlerde kuzular, kazlar ve yaban hayvanlarıyla iç içe neşeli ve enerjik  görüntüleri gözümüze çarpıyor. İskoçyalılar, belki diğer medeni milletler gibi hayatı doğru kavramışlar ve onu yaşanması gerektiği gibi yaşıyorlar. Dünyanın en modern ve endüstriyel ülkelerinden biri olmasına rağmen doğayla iç içe, şehirlerin ve tabiatın orijinal dokusunu bozmadan sürdürdükleri yaşam takdire değer. Oysa bizde plansızca sürdürülen yapılaşma, karakteri olmayan ve 30 senede çöpe dönüşecek çirkin yapılar, her yere açılan madenler ve taş ocakları dünyanın belki de en güzel ülkesini yaşayan bir mezbereliğe çeviriyor yavaş yavaş.  Otele yerleşiyoruz. Yerler tartan renkli halılar kaplı, duvarlarda İskoçya tarihine ilişkin tablolar var. Otel tarihi bir demiryolu işletmesi binasından dönüştürülmüş şato biçiminde etkileyici bir yapı. Bir sürpriz olarak bu gece otelde bir İskoç tur organizasyonunun programı var. Yaşlı İskoç çiftler tatile çıkmışlar ve  yerel bir İskoçyalı müzisyen olan Ronnie Ross’un  programıyla eğleniyorlar. Onlara katılıyoruz. Harika bir sesi var Ross’un ; kimi zaman hareketli kimi zaman romantik parçalar söylüyor. Araya birkaç country parça da sıkıştırıyor.18 yaşında keşfettiğim ve kardeşimle neşeyle dinlediğimiz “Scottish Soldier” parçasını canlı dinlemek ne keyif !  Dansa kalkıyoruz.  Dansımızı beğenen Ross nereli olduğumuzu soruyor. Öyle ya bu oteldeki tek yabancı çift, hatta tek genç çift biziz ve bu çok belli. Sen tahmin et diyorum ona. İtalyan, İspanyol, Fransız diyerek sayıyor tahminlerini. Türküz dediğimde bir alkış tufanı kopuyor yaşlı İskoçlarda, nedense, şaşırıyor ve bize oldukça samimi bir ilgi gösteriyorlar. Bu güzel akşamı unutamayacağız. Ross’un cdlerinden alıyorum ve programa dair memnuniyetimi belirtiyorum.














13 Mayıs Cumartesi  Zorlu bir İskoç kahvaltısının ardından yine yollardayız. Yolumuzun üzerinde Dingwall kasabası var. Bu şirin İskoç kasabasını gezmek için vakit ayırıyoruz. Şehrin ağır ve üsturuplu ritmi, görmüş geçirmiş ağırbaşlığı burayı adeta zamanın dışına itmiş. Mac Donald anıtının olduğu tepeye tırmanıyoruz. Mac Donald anıtı 1904-1907 tarihleri arasında , küçük bir çiftçinin oğlu olan ve 92. Higland taburuna katılarak, ordunun Seylan’da kumandasını alacak kadar yükselen ve Britanya İmparatorluğunun en muhteşem askerlerinden biri olarak kabul edilen, Afganistan’da, Boer savaşlarında, Sudan’da Omdurman’da Mısır’da, Seylan’da bir çok kahramanlıklar göstermiş Sir Hector Mac Donald anısına inşa edilmiş. Sir Hector’un şahsında bütün Mac Donald klanı da burada anıtlaştırılmış. Bu hızlı yükselişi yüzünden bir çok düşman da kazanan, hakkında bir çok dedikodu çıkarılan, cinsel hayatına dair iftiralar atılan Mac Donald sonunda bütün bunlara dayanamayıp intihar etmiş. Kasabada yaptığımız gezinti esnasında bir sahafa rastlayınca heyecanla içeri dalıyorum. Ayça uyarmasa saatlerce burada kalacağım ve tüm rafları inceleyeceğim, yine de yüzeysel olarak inceleyebiliyorum. Çocukluğumda Dedemin Babam için Kıbrıs’ta bir İngiliz kitapçısından satın aldığını bildiğim doğa bilimlerine dair “Observer’s book of..” serilerini buluyor ve tanesi 3 pound olan bu kitapların hemen hepsini satın alıyorum. Her biri birer sanat eseri olan detaylı çizimleri, her bir yaprağı bilim kokan sayfaları ve doğaya dikkat, saygı ve merak ile bakan farklı bir medeniyetin bizde hala mevcudu olmayan ama Britanya da hemen ortalama her ailede bulunan el kitapları.  Çocukluğumda ancak babamın nezaretinde özel günlerde bakabildiğim bu kitapların diğer serilerine de ulaşmak ne güzel. Bir kahve molasının ardından bu şirin kasabadan ayrılıyoruz. Ayça Royal Zoological Society Wildlife Park’a gitmek istiyor, 100 km uzakta ve ters yolda olmasına rağmen bu öneri bana da heyecan verici geliyor. Plan yaparken atlamışız ama  Royal Zoological Society Wildlife Park sıradan bir hayvanat bahçesi değil. Burada İskoçya’nın  kayıp doğası görülebilinir. Hayvanat bahçesini gezmek için dört saat ayırıyoruz. Kutup ayısından, Amur  Kaplanına, Kırmızı Panda’dan Kar Panterine, Volverin’den kuzey Avrupa vaşağına, Baktria Devesine, Buhara Geyiğine, Kutup Tilkisine, Musk Öküzüne, Ren Geyiğine, Himalaya Tahr’ına, Mishmi Takin’e  Türkmen Markhor’una Vicuna’ya Yak öküzüne kadar bir çok nadir ve ilginç türe ev sahipliği yapıyor bu hayvanat bahçesi. Parkın doğal halde uzanan ve Avrupa’nın buzul çağı sonrası doğasının bakirliğini anımsatan özgür kırlarında Avrupa Bizonları, Kızıl Geyikler, Przewalski Yaban atları serbest şekilde sürüler halinde dolaşıyor. Ormanlarla çevrili düzlüklerde dolaşan bu bizon sürüleri bana çocukluğumda defalarca baktığım ansiklopedilerdeki  ilk çağların el değmemiş doğalarını ve sonsuzluğunu anımsatıyor. Bu parkın en önemli özelliği ise highlandların nesli tükenmiş canlılarının bu park içinde hayatlarını devam ettirmeleri. İskoçların önemli bir kısmı soyu 1700 lü yıllarda tükenen kurdun, MS. 1000 yılında tükenen ayının, yabandomuzunun, Vaşağın ve kunduzun İskoçya doğasına yeniden kazandırılmasını canı gönülden istiyor. Önemli kısmı çiftçi olan İskoçlar bu durumun risklerinin farkında olsa da bu konuda çok ciddi tartışmalar mevcut. Özellikle sayıları hızla artan kızıl geyikleri dengelemek için kurdun yeninden doğaya kazandırılması gerektiğini düşünüyor İskoçlar. Geyiklerin kontrolsüzce artması orman kalitesinin düşmesine ve bir çok trafik sorununa  yol açıyor. Her şeyden önce bir çoğu amatör de olsa doğa bilimleriyle uğraşan İskoçlar için doğa onların iç dünyalarının bir parçası. Bu park aynı zamanda dünyada sadece 400 civarında kaldığı bilinen İskoç yabankedisinin de görülebileceği bir alan. İskoçlar bu huysuz ve hırçın kediyi çok seviyorlar. Kafesinin önünde çok dolaştık ama bize kendisini göstermedi. Kuzeyli halkların doğanın kutsiyetine saygısı ve doğayla bütünleşik maneviyat algıları onları doğalarını bu denli kıskançlıkla, saygıyla korumaya ve geliştirmeye itiyor. Bu konuda onlarca kitap var ki bu konular üzerine hiçbir kitabın olmadığı ülkemizle kıyaslayınca o derin anlayış farkını görmek mümkün. Bizde bütün yabani yerlere cafeler, tesisler, yayla yolları, kullanım alanları açmayı seven anlayışın tam tersi olarak İskoçlar yabanıllığın yabani olarak kalmasını , doğallığında, sadeliğinde ve el değmemişliğinde muhafaza edilmesini ve öyle yaşanmasını daha doğru buluyor. Şöyle diyor İskoçlar : “Doğal dünyamızdaki her şey birbiri ile ilintili ve sen de onun bir parçasısın. Öyleyse koru !”İstikametimiz kuzeydeki Wick şehri. Yolda bir yemek molası veriyoruz. Küçük bir korulukta makarna pişiriyor Ayça. Sonra yola devam. Yolda bir sürü Viski fabrikası var. Hiçbirine girmeye fırsatımız olmadı. Dalmore fabrikasına girmeye niyet ediyorsak ta okyanusun kenarında kurulmuş bu şirin tesis te kapalı. Uzun bir yolumuz var. Loch Fleet doğal rezerv alanından geçiyoruz. Okyanus kıyısında gel gitlerle farklı yaşam formlarının yoğunlaştığı bu alan, çam ormanları, tatlı ve tuzlu su bataklıklarından oluşuyor. Binlerce bitki ve hayvan türünü barındırıyor. Yola devam ediyoruz, sis, yağmur ve rüzgarla değişken bir hava eşlik ediyor kuzeye doğru yolculuğumuza.  Golspie’de Dunrobin Şatosu bahçesine giriyoruz sağanak bir yağmurda. Anıtsal meşe ağaçlarıyla çevrili şatonun sağanak altındaki tarihsel ketumiyeti ve romantik çizgileri göz alıcı. Lord Strathnaver tarafından kullanılan şato Fransız Rönesans üslubu ile yapılmış ve çiçek bahçeleri ile ünlü. Sutherland klanının merkezi olan şatonun tarihi 1300 lü yıllara dayanıyor. Highlandlar boyunca yeşil ve sisli düzlükleri seyrederek, yer yer ilerlemeyi sürdürüyoruz. Sarı çiçekli Ulex Europaeus’ların yarattığı rengarenk bir peyzaj manzarayı zenginleştiriyor. Her yer açıklık, hava çok yağmurlu ve rüzgarlı. Kamp kurabileceğimiz bir alan yok. Bir pansiyon ya da otelde kalmayı düşünüyoruz. Yol boyunca Ayça’nın baktığı her yer dolu. Wick yakınlarında boş görünen, okyanus manzaralı bir pansiyona uğruyoruz ancak önce evin köpeği tarafından, sonra da sahipleri tarafından pek misafirperver karşılanmıyoruz. Karnımız acıktı. Wick girişinde hala açık olan bir market buluyoruz, saat 20 suları. Şehir hayalet şehir görünümünde kimse yok. Bütün oteller dolu. Yolların bu kadar boş, şehrin bu kadar sessiz ama otellerin bu kadar dolu olmasını anlamak mümkün değil. Wick’te turluyoruruz. Kuzey denizi kıyısında tam bir kuzeyli kasabası Wick. İsmi norse dilinde körfez demek olan Vik kelimesinden geliyor. En şaşaalı dönemini 1800 lü yıllarda balıkçılıktan ve balık konservesi işinden sağlayan Wick’in o dönemde 1120  gemilik bir balıkçı filosu varmış ve Wick balıkları imparatorluğun her yanına gönderilirmiş. Rıhtımı, balıkçı tekneleri ve sivri çatılı gri taş binalarıyla karakterli bir şehir burası.. Okyanus mezgiti ve patates kızartmasından oluşan fish and chips bulabilmeyi hayal etsek te Wick bu gün bize tamamen kapalı. Peynir, ekmek, turta yiyoruz rıhtımda. Açık olan birkaç Hint lokantasına da ben girmek istemiyorum. Bu fırtınalı gece de okyanusu seyrederek bu gri ve yalnız şehrin rıhtımında geceliyoruz.











14 Mayıs Pazar   En kuzeye doğru devam. Yine sisli kırlar, dev dalgalarla dövülen kuzey denizi kumsalları ve Girngoe ve Sinclair şatolarının deniz kenarındaki hayaletleri okyanusa bakan taştan yapılmış İskoç evleri. Ve işte Duncansbye burnunda, İskoçya’nın en kuzey noktalarından birinde John O’ Groats’dayız. Hava buz gibi, biz hala kahvaltı yapmadık. Kuzey denizi çıldırmış gibi fırtınalı. Uzakta hayal meyal Orkney adalarını görüyorum.  Kuzeyin o sert fakat yüceltici doğasını burada iliklerime kadar hissediyorum. Ne kadar kasvetli ve soğuk görünse de bu ortamı seviyorum. Kahvaltımızı fish and chipsle yapmaya karar veriyoruz. Sirkeli balık ve patateslerimizi keyifle yiyoruz kuzey denizine bakarak. Bu arada John O’ Groats’ın çılgın balıkçısından neden dün gece Wicks’te kimseyi göremediğimizi de öğreniyoruz. Çünkü dün gece herkes evlerine kapanmış ya da pubları kapatmış içiyormuş.  Orkney adalarına geçmek için vaktimiz yok. Gemi saat 15 te ve gidiş geliş bizim bugünümüzü alır. Halbuki önümüzde uzun bir program var.  Vikinglerin torunlarının yaşadığı ve sandallarını hala Viking gemileri ile aynı mantıkla yaptıkları bu adaları bir başka sefere göreceğiz. 600 yıl Vikingler tarafından yönetilen bu adalar 1468 yılında kızını İskoç Kralı III. James ile evlendiren Danimarka Kralının Kızının  , kraliyet çeyizi olan 50 000 Florini veremeyecek durumda olmasından dolayı çeyiz  olarak verilmiş ve İskoç topraklarına katılmış. Bulunduğumuz noktadan kuzey kutbu 2200 mil, Londra 690 mil,Yeni Zelanda 12 875 mil. Yolumuzun üzerinde Thurso şehri var. Bu gün Pazar Thurso’da her yer kapalı. Hava da kapalı. Ancak yine de bu şirin kasabayı geziyoruz. Ayça ne kuzeyin griliğinden ne de sert ve kapalı havasından hoşlanmıyor.  İskoçya’nın her yerinde olduğu gibi Thurso’da da 1914-1918 I. Dünya savaşında ölenlerin anısına dikilmiş anıtlar var. İskoçlar adeta Britanya imparatorluğuna her cephede kan ve can vermişler. Britanya imparatorluğu onların kanlarıyla yoğrulmuş, belki de bu nedenle referandum sonucunda ayrılmak isteyenler çoğunlukta değil. Thurso’da aynı zamanda Sir John  Sinclair anıtını selamlıyoruz. Sir Sinclair 1754-1835 yılları arasında yaşamış Thurso’lu büyük bir devlet adamı. Sebatkarlığı, enerjisi  ve çalışkanlığı ile öne çıkmış ve anıtlaşmış. İskoçya’nın ilk istatistiksel incelemesi o yapmış. Britanya’nın ilk tarım bakanı. Bunun dışında hem parlemonta da hem de değişik hükümetler döneminde görev almış ve onlarca kitap yazarak ömründe bir günü bile boş geçirmemiş bir figür. Kendisi tarım, sağlık,din, edebiyat,tarih,politika alanlarında çalışmalar yapmış ve bunları kitaplaştırmış. Yer yer güneşli kimi zaman yağmurlu bir havanın eşliğinde, Highlandlardaki irili ufaklı gölllerin arasından ilerlemeye devam ediyoruz. Highlandların sarı ve yeşil peyzajına, gri kayaçlarına serpiştirilmiş, gizemli lochları izlemek, çay içmek için arabamızı toprak bir yola sürüyoruz. Abderdeen’den aldığım viski aromalı tütünümü doldurduğum pipomu yakıyorum. Suskunlukla sonsuz yabanıllığı, kuzey kırlarını izliyorum. Zorlu ve stresli yolculuğumuza rağmen kuzeyin büyüsüne kapılıp gidiyoruz. Havaya güvensek Highlandlarda çadır kurabiliriz. Ancak hava hep ürkütücü ve öfkeli. Bu sonsuzluk molasının ardından devam ediyoruz. Durness kasabasında kalabileceğimizi düşünüyorum. En azından yiyecek bir şeyler bulabileceğimizi. Yolda defalarca durup fotoğraf çektiğimiz harika manzaralardan geçiyoruz. İskoçya’nın kuzey kıyılarının bu denli güzel olabileceğini hayal etmemiştim. Goldbackie’de  okyanusa doğru uzanan metrelerce genişliğindeki kumsalda yürüyoruz. Her defasında içinde kaybolup gidilesi manzaralar ve güzellikler görüyoruz. Ancak parkurumuz uzun, kritik bir seyahat planımız var ve hiçbir şeye aldırış etmeden ilerlemek zorundayız. Uzaklarda Ben (Gaelce’de tepe)  Loyal ve Ben Hope dağları keskin dişler gibi uzanıyorlar gökyüzüne. Tongue körfezini geçiyoruz. Büyük ümitlerle Durness’e ulaşıyoruz. Ümitlerimizin aksine ne kalacak yer var ne de bir lokanta. Her yer karavanlı ve motorlu kampçılarla dolu. İçerek ve eğlenerek İskoçya’yı gezen bu neşeli güruhların bol kahkahalı ve gürültülü ortamları bize göre değil. Durness’in dışında Kyle ( Gaelce’de ince akarsu) of Durness’in kıyısında güneşe nazır arabamızı çekiyoruz. Sonsuz okyanus ve sonsuz highlandlar arasında sersemletici bir rüzgara nazır karnımızı doyuruyoruz. Bu gün burada kalacağız.















15 Mayıs Pazartesi  İlk hedefimiz feribotla Cape Wrath’e öfke burnuna giderek karşı kıyıya geçmek. Öyle korkunç bir rüzgar var ki ayakta durmak imkansız. Haliyle bizi Balnakeil körfezinden karşıya geçirecek feribot çalışmıyor. Bizde istikametimizi Smoo mağaralarına çeviriyoruz. Smoo mağalaraları bir yer altı su sisteminden oluşuyor ve mağaranın derinliklerinde belli zamanlarda büyük gürültüler geliyor. Mağaranın girişi Vikingler döneminde doğal bir liman ve gemilerini tamir etmek için barınak olarak kullanılmış. Bu görkemli mağara ve çevresinde yürüyerek dolaşıyoruz. Su seviyesi düşük olduğunda mağara içinde bot turları mevcut.. Ancak biz şanslı dönemde değiliz ve sadece mağaranın girişini görebiliyoruz. Mağaranın girişindeki burnun ucundaki  rüzgarlı kayalıklara gidiyor ve hırçın kuzey rüzgarına kafa tutuyoruz. Ardından İskoçya’nın batı kıyıları boyunca güneye doğru ilerliyoruz. Bu gün rüzgar yetişkin bir insanı sürükleyecek kadar güçlü. İskoç krallarından birinin sert bir fırtınada atından düşüp öldüğü anlatılır. İşte İskoçya’nın rüzgarı böyle bir rüzgar. Laxford Bridge’de duruyor , Ben Stack ve Sabhal Beag’i tepelerini ve Loch More’u gören bir manzara resmi çekmek için Ayça’yı arabada bırakarak tırmanışa geçiyorum. Rüzgar beni öldürmeye and içmiş gibi. Zirvenin ardında bir zirve daha , ve sonunda o muhteşem manzarayı fotoğraflıyorum. Ayça beni aramaya çıkmış , bereket ki fazla tırmanmamış yoksa rüzgara kapılıp gitmesi işten değil. Ullapool’da doğru devan ediyoruz. Yolda Ardvreck şatosunun kalıntılarında mola veriyoruz. Kale 15. YY. da Macleod klan şefleri tarafından inşa edilmiş. Loch Assynt kıyısında harabeleri duruyor ve gizemli görünüyor. Arkada Ben More Assynt dağı var. Yola devam ediyor ve muhteşem bir jeolojik park olan Knockan Crag’a uğruyoruz. Burası dünyanın Cambiryen dönemine ait en eski kayaçlarının yüzeye çıktığı bir doğal park. Eski ve yeni moin şist tabakalarını yan yana görmenin mümkün olduğu bu keşif dünyanın jeolojik tarihini modellemek  konusunda önemli bir adım olmuş  Dünyanın jeolojik tarihini anlamanız için görseller ve anlatılarla süslenmiş. Bu doğal rezerv alanında 500 milyon yıllık kayaçlara ellerinizle dokunmanız mümkün. Bu alan ilk defa İskoç jeologlar Benjamin Peach ve John Horne tarafından 19 YY. da keşfedilmiş.  Ayça burada Jeolojiye merak salıyor ve kayaç topluyor. Türkiye’ye dönünce aynı zamanda bir Jeolog olan babamdan temel jeoloji dersleri almaya karar veriyoruz. Öyle ya milyonlarca yılın hikayesini taşlardan okumak derin bir bilgelik ve meziyet. Jeoloji bilimi Britanya da oldukça popüler. Bu bilim özellikle 19 YY da bir çok aristokratın hobisi haline geliyor. Kayaç ve fosil koleksiyonu yapmak bu gün İskoçya da hala yaygın bir merak ve insanlar bu tip alanları merakla ziyaret ederek anlam bulabiliyorlar. Bu parkta aynı zamanda İskoçya seyahatimin en anlamlı keşiflerinden birini daha yapıyor ve İskoç şairi Norman Mac Caig’in  taşların üzerine kazınmış bir dörtlüğü hayranlıkla okuyorum :
“Kimdir bu coğrafyanın sahibi ?
Onu satın alan insan mı ?
Yoksa ben miyim bu coğrafya tarafından sahiplenilmiş.?
Yanlış sorular,
Çünkü efendisizdir bu coğrafya,
Ve kavranılamazdır insani kavramlarca..
                                                           Norman Mac Caig, - Man in Assynt
Doğada kavranılmaz olanı şiirleştirmesi bakımında Fransız şair Eugene Guilleviç’e benzer bulduğum stilini çok beğeniyor ve iskoçya’dan ayrılmadan toplu şiirlerini almaya karar veriyorum. Bizde doğanın insan üstülüğüne şiir yazan şair yok. Şiirlerimiz aşk,ideoloji ve en iyi durumda sübjektif duygusal kasınımlar çıkmazdında yok olan dilimizle birlikte can çekişiyor..
Bu gece bir otel de kalacağız. Bir balıkçı kasabası olan Ullapool golf stream akıntılarından istifade ılıman bir iklime sahip, şirin bir kasaba. Sokakları, evleri çok yaşanılası. Yerel bir pub da İskoç Somonu sipariş ediyor ve neşeli turistlerin arasında şömine karşısında yiyoruz. Son derece taze ve diri olan buharda pişirdikleri bu balığı sarımsak sosu ile servis ediyorlar. Saat 11 e kadar batmayan İskoç gecelerinin tadını çıkarırcasına otele yerleştikten sonra bu güzel  kasabada geziyoruz. Rıhtımı, kavisli tepelikleri, kedileri, koyları, şirin evleri ve küçük korulukları ile Ullapool unutamayacağımız bir yer oldu. Onca zorlu yoldan sonra burayı çok seven Ayça burada birkaç gün daha kalmak istiyor.






















16 Mayıs Salı Bu gün girintili çıkıntılı batı kıyılarını takip edeceğiz. Issız, sessiz ve fırtınalı batı kıyıları üzerinden Inverewe Bahçelerini ziyaret etmeyi planlıyoruz. Ullapool’u biraz geçtikten sonra Strath More koruluğunu çok beğeniyor ve kahve içmek üzere duruyoruz. Orman egzotik görünüyor. Piknik masası üzerinde kahvemizi demliyoruz. Bu ormanın içinde Avustralya, Himalaya ve Kuzey Amerika kökenli ağaçlar var. Pseudotsuga Menziesii, Cedrus Deodora, Wollemi Nobilis, Sequoidendron Giganteum bu parktaki ilginç ağaçlar. Biz kahvemizi içerken ormandan Terrier cinsi sevimli bir köpek fırlıyor. Arkasından elinde yürüyüş bastonu, çantası ve İskoç yürüyüş kıyafetleriyle yaşlı bir hanım geliyor. Bize selam veren bu hanımı masamıza davet ediyor ve konuşmaya başlıyoruz. Ormanda günlük yürüyüşüne çıkmış olan bu zarif hanımın adı Evely Fleming Peffers, kendisi ünlü bir ressam ve heykeltraş. Ullapool da yaşıyormuş. Sinemadan, tarihten, edebiyattan ve İskoçya’dan bahsettiğimiz güzel sohbetimizi unutamayacağım. Konuştuğu fasih ve beliğ İngilizce de İngiliz yüksek sınıflarının serin ve dikkatli üslubunu görmek mümkün. İskoç olup olmadığını soruyorum. Kökenleri pictlere kadar giden İskoçlardan olduğunu ama İngilizceyi olması gerektiği gibi konuştuğunu, sanırım eğitiminin bunda etkili olduğunu belirtiyor. Çantasından çıkardığı termosundan sütlü early grey çayından ikram ediyor bize.  Evelyn Hanım  National Gallery of Scotland’da kendi yapıtı olan  Gaelce yazan ünlü İskoç şairi Sorley Maclean büstünün sergilendiğini belirtiyor. Açıkçası sadece filmlerde şahit olduğum bu zarif üslup, elegans ve zarafet karşısında etkileniyorum. Evelyn Hanım’da üzerinde güneş batmayan imparatorluğu yaratan büyük Britanya kültürünün büyük ölçüde kaybolmuş üstün özelliklerini gördüğümü düşünüyorum. O  kayıp bir kuşağın son güzel temsilcilerinden biri. Teallach’ın 1000 metreye ulaşan zirvelerini ve Little Loch Broom’u izleyerek, Atlantik okyanusu kıyılarını takiben uzun ve güzel bir yolculuktan sonra Inverewe Gardens’a ulaşıyoruz. Bu botanik bahçesi aslında tam bir mucize. Bu kadar kuzeyde, İskoçya’da açık havada dünyanın farklı yerlerinden, hatta tropikal yerlerinden gelen bitkilerin bir ormana, bir botanik cümbüşe dönüştüğü ve 19 YY Victoryen kararlılığı ile düzenlendiği, incelendiği, sınıflandığı bu bahçe de Inverewe House adıyla da anılan Vicyoryen dönemi, natüralist çalışma odasının, kütüphanelerinin ve yaşam biçiminin sergilendiği bir de müze mevcut. Inverewe gardens, Loch Eve kıyılarında Wester Ross dağları tarafından çevrilen bir kuytuda 1862 yılında Sir Osgood Mackenzie tarafından yaratılmış Sir Mackenzie, Gairloch’un 5. Baronu ve 12.Maliki, Sir Francis Mackenzie’nin oğlu. Bölgede ağaçlar ve alçak duvarlarla rüzgarı keserek bir mikro klima yaratmayı başaran Mackenzie, daha sonra dünyanın değişik yerlerinden getirdiği Subtropikal bitkileri burada yetiştirmeyi mümkün kılmış. Mackenzie, bu bahçe için 40 yıl uğraşmış. Dünyanın egzotik yerlerine seyahatler yapmış ve seyyahlarla görüşmüş. Öldüğünde bu görevi egzantirik ve vizyoner kızı Mairi Sawyer devam ettirmiş. Bu gün insan iradesi ve kararlılığının sembolü olan bu bahçede 2500 bitki  türü mevcut. Bu masalsı bahçeyi saatlerce geziyor ömrümüzde hiç görmediğimiz bir çok ağaç ve çalıyı görme şansı yakalıyoruz.  Lewe gölünün manzaraları muhteşem.. Inverewe Housa’da ise Sir Mackenzie ve kızının yaşamını yansıtan kitaplar, haritalar fotoğraflar ve Victoryen maceraperestliği yansıtan av trofeleri mevcut. Bahçenin çıkışında yine kitaplara sarıyorum. Doğa bilimlerine dair albenisi yüksek nefis kitaplar alıyorum.  Inverewe gardens’tan sonra  yola devam ediyoruz. Girintili çıkıntılı dar yolların uzayıp gittiği bir parkurumuz var. Slioch  dağı manzaralı Loch Maree gölünün kıyısında duruyoruz. Ardımızda Ben Eighe dağı. Burası da bir jeo park. Ayça broşürlerden açığa çıkmış fosil yatakları olduğunu öğrenince tırmanmak istiyor. Uzun sürebileceğini söylesem bile dinlemiyor. Yarı yoldan dönüyoruz. Fosil yatakları yukarıda olmalı. Bu gölde İrlandalı keşiş Maol Rubha 7. YY da bölge halkını vaftiz ederek Hristiyanlaştırmış. Loch Torridon boyunca yola devam ediyoruz. Uzaklarda An Ruadh Mheallan, Beinn Alliginn, Beinn Dearg, Liathach zirveleri uzanıyor. Tek şeritli yollarda saatlerce gidiyoruz. İskoçya’da özellikle kırsal yollar tek şeritli, araçlar karşı karşıya geldiklerinde her 200 metrede yapılmış olan ceplere girerek birbirlerine yol veriyorlar. O nedenle son derece dikkatli gitmek gerekiyor. Her yerde yol kenarlarında zıplaşan koyunlarda bir diğer risk. Böylelikle Rona adasını izleyerek yarımadayı dolaşıyor ve amansız rüzgarların bir anda kesildiği bir cennete rastlıyoruz. Bu cennetin adı Applecross. Yemyeşil meşe ve çam ormanlarıyla çevrili bir küçük koyda kurulmuş kasabada akşam yemeğimiz yine balık ve cips.  Yemekten sonra kasabayı gezerken bahçelere kadar girmiş geyik sürüleri ile karşılaşıyoruz. Burası bir masal diyarı gibi. Güneş okyanusun üzerinde nazlı nazlı batarken altın ışıklarıyla selamladığı meşe ağaçlarının gölgelerinde vakarla dolaşan geyik sürülerini izlemek bambaşka bir duygu. Gecemiz bu güzel tablonun pastoral bir parçası olarak burada geçiyor.













17 Mayıs Çarşamba Sabah 700 metrelik dağ geçidini  aşarak Applecross’u geride bıraktık .İstikametimiz İskoçya’nın en meşhur adası Isle of Skye, Kyle of Lochlash’dan bir köprüyle ana karaya bağlı. Kyleakin’de engelliler yararına işletilen ve engellilerin çalıştığı bir cafe de bir şeyler atıştırdıktan sonra ilerliyoruz. 993 metre yüksekliği ve haşin görünüşüyle  Black Cuilinn dağının zirvesi Sgurr Alasdair solumuzda anıt gibi yükseliyor ve bir çok turist kafilesi hayranlıkla onu izliyor.  Skye adasının rüstik cazibesinde Mac Leod klanının gizemli şatosu Dunvegan’a doğru ilerliyoruz. Mac Leodlar her dara düştüğünde onları kurtardığı iddia edilen perili bayrağı ve neredeyse 800 yıldan beri kesintisizce bu şatoda yaşamaya devam eden adaların kralları olarak kabul edilen savaşçı Mac Leod ailesine ait kalıntıları görmek için gidiyoruz bu şatoya. Yine içeride fotoğraf çekmek yasak. Çünkü şato belli dönemlerde aile tarafından kullanılıyor. Ama ben bir şekilde ailenin kutsal kılıcının fotoğrafını  çekmeyi başarıyorum. Perili bayrak ise birkaç parçası bu güne gelmiş, üzerinde gerçekten tuhaf figürler olan bir kalıntı. Bazı tarihçilerin görüşlerine göre bayrak Mac Leodların uzak atası olan Viking Kralı Harold Hardraad’ın Akdenizde yaptığı bir yağma esnasında bir Hristiyan hacı gemisinden ele geçirilmiş ve 1066 yılında öldüğü İngiltere’ye getirilmiş. Bu konuda Mac Leodların 27. Şefi olan Sir Reginald Mac Leod’a Mr. Wace adlı bir tarihçi  tarafından yapılan açıklamaya kendisinin verdiği cevap şu yönde olmuş : “ Bay Wace siz istediğinize inanabilirsiniz fakat bu bayrak aileme periler tarafından verilmiştir.” Bay Wace ise Sir Reginald’a şu cevabı vermiş : “ Daha üstün olan malumatınız karşısında saygıyla eğilirim lordum”  Şatonun içinde muhteşem eşyalar gördüm. Mac Leodların başına geçecek kişinin bir dikişte bitirmesi gereken devasa öküz boynuzundan bira kadehi, Mac Leodların kendilerini benzettikleri yağlı boya bir arslan portresi , Mac Leod’ların kılıcı ve aile büyüklerinin portreleri etkileyiciydi. Küçük bir botanik bahçesi gibi olan şatonun bahçesine son kez bakarak yeni maceralar için yola koyuluyoruz. Şimdi hedefimiz orta İskoçya. Hem bir şeyler yemek, hem de alışveriş yapmak için Sligachan kasabasında duruyoruz. Bu küçük molamız esnasında kasabanın meydanında Highland Music Instıtute’un gayda konseri ile karşılaşıyoruz. Tüm turistlerin görüntü almaya koyulduğu konseri izliyoruz bir süre. Gayda İskoçya ile özdeşleşmiş bir müzik aleti. Deri bir  tulum ile ona bağlı kamışlardan oluşan,  nefesli ve ilkel bir çalgıdır Gayda. Koltuk altında tutulan tulumun, hava ile doldurulduktan sonra; kolla sıkıştırılması ve havanın kamışlardan çıkması esasına dayanan bir alettir.Bu tür müzik aletinin, Hititler tarafından kullanıldığı, daha sonraları da Avrupa girerek Roma Ordusunda kullanıldığı sanılmaktadır. Orta Çağda, Avrupa’nın her tarafına yayılan gayda, bir dönem Fransa ve İngiltere’de çok sevilen bir müzik aletiydi. Daha sonra İskoçya’nın sembolü haline gelmiştir.  Değişik ülke ve bölgelerde, farklı şekillerde yöresel isimlerle adlandırılır. Keçi ve koyun derisinden yapılan Gayda Bulgar, Makedon ve diğer Balkan topluluklarının da milli çalgılarından biridir.  Yurdumuzun Doğu Karadeniz bölgesinde kullanılan tulum da, gayda türünde bir enstrümandır. Mısırda ve Kuzey Afrika da berberiler arasında da kullanıldığı bilinir. Ama bu gün dünyada İskoçlarla özdeşleşmiştir. Bir dönem Jacobite isyanlarından sonra İngilizler, İskoç tartanını, kılıcı ve gaydayı klanlar arasında yasaklayarak İskoçların savaşçı geleneklerine son vermeye çalışmışlar, fakat bunun beyhude olduğunu fark ederek bu enerjiyi Britanya İmparatorluğu hizmetine alarak daha akıllıca hareket etmişlerdir. Mütevazi bir bağış yapıp yola devam ediyoruz. Gün batmak üzere. Biz Isle of Skye’ı ve Mac Leodların gizemli geçmişini ardımızda bırakırken Black Cuillins başta olmak üzere Skye’ın vahşi tepelikleri  devasa silüetler halinde uzanıyor. Biz Loch Ness’e doğru devam ediyoruz.  Alacakaranlıkta  Eilean Donan şatosunu görüyoruz. Burası İskoçya’nın en görmeye değer şatosu olarak bilinir ve bir çok tarihi filmde de dekor olarak kullanılmıştır. Kamp yeri arıyoruz. En uygun yer arabayı Loch Dulch kıyılarında güzel bir koya çekmek.  Ormanlarla çevrili bir koyda, önümüzde berrak bir göl ve kutup gecelerinin ferah aydınlığında uyuyoruz.









18 Mayıs Perşembe Çisentili bir İskoç sabahına uyandıktan sonra göl kenarında keyifli bir kahvaltı yapıyoruz. Şimdi istikametimiz Eilean Donan şatosu. Şato ismini 580 yılında İrlanda’dan gelip adaya yerleşen Keşiş Donan’ dan alıyor. Önce küçük manastır ve kiliseler topluluğundan oluşan bölge, zamanla bir yerleşime dönüşüyor ve 13. YY da surlarla çevrelenmeye başlanıyor. Özellikle adalardan gelen yağmacı deniz klanları ve iç kesimlerdeki klanların savaşlarında stratejik bir nokta olarak kullanılıyor. 17. Ve 18. YY larda Jacobite isyanlarında kullanılıyor. Uzun süre harabe olarak kalan şato 1911 yılında Lt. Colonel John Macrae Gilstrap tarafından satın alınıyor. Gilstrap 20 yılını bu şatoyu yeniden inşa ettirmeye ayırıyor. Şato 1932 de yeninden açılıyor. Bu görsel şölenden sonra istikametimiz meşhur Loch Ness gölü kenarındaki Fort Augustus. Loch Ness canavarının yaşadığı iddia edilen devasa gölün kıyısındaki şirin kasaba bir çok turistin uğrak noktası. İnsanlar buraya göl üzerinde yapılan canavar arama turlarına katılmak ve eğlenmek için geliyorlar. Bizde balık ve cipsten oluşan öğlen yemeğimizin ardından bu turlardan birine katılıyor ve hem gölün dibini tarayan hem de yüzeyini görebileceğimiz bir cruise turu atıyoruz. Rehber çocuk bir sürü hikaye anlatıyor canavara dair. Göl 240 metre derinliğinde, 36 km uzunluğunda,1800 km karelik bir yüzeyi var. Devasa bir su ekosistemi ancak suları oldukça soğuk ve gölün dibi turba partikülleri yüzünden karanlık. Gölde yaşayan en büyük bilinen canlı Atlantik somonu. Bu balık ta 1 m. Uzunluğa kadar ulaşıyor. Yüzlerce tanıklığa rağmen gölde canavarın varlığına dair ciddi bir tespit yok. Öyle ki 1980 lerde yapılan ve tüm gölü tarayan sonar çalışmalarına rağmen böyle bir bulgu yok. Yine de gerek turistik, gerekse lokal geleneğin bir parçası olarak insanlar bu canavara inanıyorlar. Bu güzel turun ardından göl kenarında bir kamp yeri arıyoruz. Belki canavar bize görünür. Gölün kıyısını çevreleyen kadim ormanların içine giden bir yol buluyoruz. Great Glen patikası üzerinde Loch Ness gölüne hakim bir noktada çadır kuruyoruz. Hava çok güzel. Göl manzarası nefis. Ayça’ya bu canavar varsa bizim bu noktadan kesinlikle görebileceğimizi söylüyorum. Güzel bir ateş yakıyoruz. İskoçya’da ki en güzel manzaraya sahip yerlerden birindeyiz. Great Glen ormanları İskoçya’nın yerel çamlarına ( Pinus Slyvestris) , su samurlarına, yaban kedilerine, altın kartalllara (Aquila Chrystatos) ev sahipliği yapıyor. Bizde dağı çıkarken önümüzde koşuşturan değişik bir tür dağ kekliklerine rastlıyoruz. Uçmaya üşeniyorlar bu sevimli kuşlar ve arabayla yarış ediyorlar adeta. Bu dağların üzerinde Fort William’dan Inverness’e kadar giden ve büyük Glen parkuru olarak adlandırılan 126 km lik bir yürüyüş yolu var. Tüm gece gölü izlememize rağmen bazı rüzgar dalgaları haricinde bir hareketlilik görmedik. Belki de canavar periler ve diğer doğaüstü canlılar gibi sis halklarından bir canlı.








19 Mayıs Cuma  Loch Ness gölüne, efsanevi büyük Glen’e ve güneşli bir sabaha merhaba diyerek uyanıyor, hafif bir kahvaltının ardından çadırımızı topluyoruz. Glen Gaelce’de dar vadi demek ve Great vadisi tüm İskoçyayı Loch Ness gölü boyunca adeta yarıyor. İşte bu gün bu vadi üzerinden Inverness’e doğru gideceğiz. Yolda ilk durağımız Urquarth Şatosu. Loch Ness gölü kıyısında egzotik ve gizemli bir şato burası. Aslında gölde canavar var ise şato kroniklerinde olması kazım diye düşünüyorsunuz ancak buna dair bir bilgi yok. Şatonun bulunduğu bölge 1000 yıllık bir yerleşim ama şato 500 yıl önce inşa edilmiş ve İskoçya , İngiltere arasındaki savaşlarda defalarca el değiştirmiş. Şatonun içinde ortaçağ hayatını resmeden bir çok sergi var. Efsaneye göre İskoçya’yı hristiyan yapan büyük İrlandalı aziz Saint Columba 580 yılında bu bölgeye gelmiş. Onun Adamnan tarafından yazılmış biyografisinde anlattığına göre Columba  burada, göl kıyısında bir adamı yemek üzere olan canavarla karşılaşmış. Canavara tanrının izniyle git buradan ve bir daha gelme diyen Columba canavarı kovmuş ve canavar bu tarihten sonra ara sıra görülse de kimseye saldırmamış. İlginçtir ki bu bölgelerin tarihsel sakinleri Pictlerin taş yüzeyine yaptıkları tasvirlerde değişik bir su canlısını çizdikleri göze çarpıyor. İşte bu çizim ve Columba’nın hayat hikayesinde aktarılan olay Loch Ness canavarının tek tarihsel anlatısı olarak kabul ediliyor. Yola devam ediyor ve Loch Ness canavarı ziyaretçi merkezini geziyoruz. Tanıklıkları anlatılar ve teorilerin tarihsel sıraya göre görsel bir şekilde ziyaretçilere aktarıldığı bu yerde canavara dair bir çok yorumu dinleme ve yapılan bilimsel araştırmaları inceleme şansımız oluyor. Burada ayrıca van gölü canavarı da dahil dünyadaki diğer canavar tanıklıklarına dair raporlar da arşivlenmiş. Benim bu gösterinin sonunda geldiğim nokta şu oldu : Gölde canavar yok. Ayça zaten buna en başından inanmıyordu. Fort William’a ulaşmak için yola devam ediyoruz. Yaklaştıkça İskoçya’nın en büyük zirvesi olan Ben Nevis’in ihtişamlı görünüşü gözümüzü alıyor. Fort William’ın çok canlı bir yer olacağını hayal ediyorum ama nafile, ayrıca akşam olmaya başladı ve hala kamp yeri bulamadık. Halbuki yolda belki de İskoçya’nın en bakir arazilerini Glen Spean bölgesini es geçtik. Şimdi sadece kışın canlı olan bu hayalet kasabadayız. Ben Nevis’in eteklerindeki ormanlarda kamp yeri bulabileceğimizi düşünüyorum. Saatlerce sürüyoruz, kötü yollar, kampa imkan tanımayan sık ormanlar her şey çok can sıkıcı. Oradan çıkıp bu defa Roybridge tarafındaki kırsalları araştırıyorum. Her yer doğal görünümde ama hiçbir kamp alanı yok. Yemek yemek için kamp kurmayı bekliyoruz. Sonunda  bir orman girişinde ateş yakıp et pişiriyoruz, gece saat 11 oldu ve bu tekinsiz yerde kalmak istemiyoruz tuhaf bir şekilde .Gece saat 12 ve yollardayız, hala kalacak doğru bir yer bulamadık. Sonunda ıssız bir yol kenarında uyuyoruz. Canımız sıkkın ve oldukça pasaklıyız. Glen Spean bölgesi İskoçya’nın en uğursuz bölgesi  olarak bilinirmiş. Bunları sonradan öğreniyorum. İşlerin rast gitmemesi tesadüf olmasa gerek.






20 Mayıs Cumartesi
Ben Nevis’i arkamıza alarak sisli ve yağmurlu bir sabahta yola çıkıyoruz. İskoçların meşhur komando anıtındayız. 2. Dünya savaşının en hararetli zamanında, savaş İngilizlerin aleyhine gelişirken Churchill 1941 yılında kritik bir karar verir. Gönüllülerden kurulacak özel birlikler   düşman hatlarının gerisinde operasyonlara gönderileceklerdir.  Avrupa, Uzakdoğu, Ortadoğu’da çok önemli operasyonlar yaparlar.  İşte bu operasyonlar sonrasında Alman ilerleyişleri zayıflar. Bu özel birlikler düşmanın korkulu rüyası olur. Bu birliklere komandolar denir. 1942 yılında Achanary’de İskoçya’da ilk komando eğitim kampı kurulur. Burada gönüllüler çok sıkı bir eğitime tabi tutulur ve sadece bu eğitimi tamamlayanlar o ünlü yeşil bereyi takmaya hak kazanırlar. Bu yeşil bere, en yüksek askeri eğitimin, self disiplinin, cesaretin, gücün, dayanıklılığın ve inisiyatifin sembolüdür. Bu birliklerin mottosu ise “birlikte feth ederiz” ( united we conquer) dir. Yapılan operasyonlarda 1700 komando hayatını kaybeder ama savaş kazanılır ve savaştan sonra işte tam buraya Spean Bridge  Lochaber’e bu anıt dikilir. Biz buradan yola devamla Invergarry şatosuna ulaştık. Hava serin ve çok güzel bir İskoç yağmuru var. Dar ve ağaçlık bir yoldan Invergarry Şatosuna giriyoruz. Şato ortaçağ formundan ziyade bir Victoryen burjuva malikanesi olarak inşa edilmiş. Ama kurulduğu mülkün sınırları içinde eski bir ortaçağ şato harabesi de var. . Dünyanın keşmekeşinden uzak, sonsuza kadar aynı kalması için tasarlanmış bir bahçenin içine yerleştirilmiş bu şatoda otel görevlileri ve misaifirlerde sessiz konuşuyorlar. Herkes saygı duyulması gereken bir sükûtilik ve bu mekanı kaplayan yüce bir sessizlik olduğunu düşünüyormuşçasına ölçülü ve sessiz. Bu sessizlik ne ulu meşe ağaçlarını ve yağmur damlalarının parıldadığı bahçeyi izlerken içtiğimiz ikindi çayında, ne geyik etinden yapılmış özel yemeğin servis edildiği akşam yemeğinde, ne de şömine başında içkilerin yudumlandığı  gece sohbetlerinde bozulmuyor. Herkes parmak uçlarına basarak yürüyor ve fısıltıyla konuşuyorlar. Duvarlardaki yüksek kütüphaneler insani hafiflikleri emiyor adeta. Yağmur altında şatonun bahçesinde bulunan göle yürüyoruz çiçekli bir yoldan. Karşı tepelerde geyik sürüleri var.  Böyle bir yerde sürekli yaşamanın akıl ve ruh üzerinde yükseltici etkileri olacağını düşünüyorum. Britanya yüksek sınıflarının imparatorluğa, eylem, ruh ve zeka ile kattıklarında sürdürdükleri bu yaşam dolayısıyla da sahip olabildikleri karakteristiklerin etkisi olduğuna eminim.  












21 Mayıs Pazar
Bir daha İskoçya’ya gelirsek sadece bu ya da benzer bir şatoda kalacağız. Tatilimiz bu olacak diye konuşuyoruz. Planladığım kitaplarımı bu güzel ve dingin atmosferde yazabilirim. Uzun bir yolumuz var güneye doğru. İskoçların meşhur sayfiye yeri Loch Lomond’a gidiyoruz. Yolumuzun üzerinde Yeryüzünün Hazineleri adlı özel bir jeoloji müzesi var. Elbette ziyaret edeceğiz. Dünyanın değişik yerlerinden toplanmış mineraller, kayaçlar ve yüzlerce değişik fosilin yer aldığı bu müzede adeta doğa bilimleri dersi alıyoruz. Ayça yeni dahil olduğu bu jeoloji dünyasını hayranlıkla izliyor. Yer kürenin bu hazinelerinin oluşması  yüz milyonlarca yıl almış. Jeoloji insan erkini ve aklını aşan yerkürenin gizil güçlerinin çarpıştığı bir Gigantomaji , bir devler savaşı. Bu ilginç müzenin bir de hediyelik kısmı var. Orada bir çok fosil ve mineral satılık. Ammonit fosilleri alıyoruz. Ben bir de küçük bir Dioptaze parçası alıyorum. Hayatımda ilk defa gördüğüm bu taşa bakmanın beni ferahlattığını hissettim. Hava yağmurlu ve sisli yola devam ediyoruz. Göllerin ve hırçın nehirlerin aktığı, haşin zirvelerin sislerin ardından bize baktığı Highlandlardan geçiyoruz. Trossachs milii parkı muhteşem Lomond vadisine doğru alçalıyoruz. Yolda bir mola esnasında İskoçya zirvelerine tırmanırken ölen dağcılar için dikilmiş bir cairn ( taş yığıntısı) görüyorum. Şöyle yazıyor “ onlar sevdikleri yerlerde öldüler” Loch Lomond’un güney kıyısında Balloch adında bir kasabada kalacağız. Otelimiz güzel bir bar- restaurant’a sahip. Lomond’un güney kıyılarındaki Balloch Castle Country parkta sakin  bir akşam yürüyüşüne çıkıyoruz. Doğal bir ormanı yürüyüş yollarıyla bezemişler. Böyle bir parka sahip olan bölge insanları ne kadar şanslı. Bir yanda Lomond gölü manzarası diğer yanda asırlık ağaçlarla süslü ve içinde muhteşem bir şatonun yer aldığı harika bir park.  Şato daha 1200 lü yılllarda var olan önceki yapının üstüne 1808 yılında İngiliz Mimar Robert Lugar tarafından neo gotik sitilde inşaa edilmiş.






22 Mayıs Pazartesi  Lomond aktivitelerine katılmak istiyoruz. Göl kıyısında Kızılderili tipi kanolarla kano yapıyor. Alışveriş yerlerini geziyor. Tree Zone Aerial adlı zorlu bir macera parkurunu deniyoruz. Bu zorlu parkurda bir de İskoç rehberler bizim için daha zorlayıcı davranınca daha da zorlandık ama keyif aldık. Atlı trekking düşünmüştük ama mevsim sanırım açılmamış henüz.  Golf oynamaya çalıştım bir parkurda. Sabır ve dikkat isteyen bir spor. İskoçya’da hemen her yerleşimde golf sahaları ve golf kulüpleri var. Ben İskoçya’ya Lochlara girmek ve Okyanusta yüzmek için gelmiştim. Maalesef hava hem soğuk ve yağmurluydu. Ama bir göle girmeden buradan dönmeyeceğim. Loch Lubnail’in soğuk ve karanlık sularına güzel bir İskoç yağmuru eşliğinde giriyorum. Su harika. Akşam tadı damağımızda kalan geyik eti peşinde bir çok restaurant  dolaşsak ta ne geyik ne de sülün eti bulamıyoruz. Biz yine fish & chips ve kuzu etine talim ediyoruz.




23 Mayıs Salı istikametimiz 2 gün geçirmeyi planladığımız Glasgow. Artık kırsal İskoçya bitti. Son dört günümüzü Glasgow ve Edinburg’a ayırdık. Glasgow 600 000 nüfuslu İskoçya’nın en büyük şehirlerinden. Şehirde 20 nin üzerinde müze ve sanat galerisi var. Bunların her birini gezmek en az 15 gün sürer. Buchanan caddesinde dolaşıyor ve şehri hissetmeye çalışıyoruz. Sokak sanatçılarının yoğun olduğu önemli markaların boy gösterdiği geniş bir caddeler zinciri Buchanan. İsmini 3. George’un heykelinden alan George Squire’da önemli İskoçların heykelleri var . Buhar makinesini bularak sanayi devrimini başlatan James Watt, defalarca Britanya başbakanlığı  yapan büyük devlet adamı William Ewart Gladstone,ünlü İskoç tüccar ve parlamenter James Oswald, Graham kanunu adıyla biline gazların soğurum yasasını keşfeden  kimyager Thomas Graham, ünlü şair Thomas Campbell, Kırım savaşı mareşallerinden Highland taburlarının kumandanı Lord Clyde, Napolyon savaşlarının kahramanlarından Lituenant General Sir James Mooere, şair Robert Burns bu meydanda bulunan heykellerden bazıları. Glasgow’un ünlü sahhaflarını dolaşmak istiyorum. Ayça çok fazla kitap satın aldığımızı ve bu kitapları taşımakta zorlanacağımızı düşünüyor. İlk durağımız Caledonia Bookshops. Üç katlı bu kitapçıda Ayça bıraksa gün boyu kalabilirim. Gerçekten değerli kitaplar satın alıyorum. Eliade ve Campbell’a ait olanlar bunların bazıları. Bazı sorduklarıma da ulaşamıyorum. Dükkan sahibi bey alış verişimi tamamladığımda bana aradığım kitaplar için diğer bir sahhaf arkadaşına bakmamı öneriyor ve dükkanı tüm detaylarıyla tarif ediyor. Bizde bir zamanlar “ben bu gün siftah ettim, arkadaşım da etsin” diye müşteriyi başka dükkanlara yönlendiren lonca etiğine ne kadar benziyor. Fatih dönemindeki Osmanlı esnafının ahlakından bahsediyorum.  Burası da dünyayı gizliden gizliye hala idare eden Birleşik Krallık.  Diğer durağım Thistle Books, buradan Norman Mac Caig’in şiirlerini alıyorum. Sonra buradan da Voltaire and Roussea’u ya geçiyorum. Büyücülere benzeyen, kitapların içinde kaybolmuş mitolojik bir figürün çalıştırdığı bu dükkan etrafa gelişi güzel saçılmış binlerce kitabın içinde kaybolabileceğiniz bir yer. Buradan da Churchill’in gençlik dönemini anlatan bir kitap ve ünlü Amerikalı filozof Emerson’un şiirlerini alıyorum.  1918 baskılı bu kitap tam bir sahhaf keşfi oluyor. Bu günü böyle geçiriyor ve Glasgow üniversitesi yakınlarındaki otelimize çekiliyoruz.























24 Mayıs Çarşamba Erkenden kalkıyor ve basit bir kahvaltının ardından Kelvingrove sanat galerisi ve müzesine yollanıyoruz. Burası para ödemeden girebileceğiniz bir yer. Okul çocukları, sıradan vatandaşlar bu muazzam müze ve galeriyi rahatça geziyorlar. Müzede dolaşan ve bazı galerilerde resim yapan, öğretmenlerini dinleyen çocukları görünce bu şekilde dünyaya gözlerini açan çocukların sahip olacağı kavram, kelime ve hayal gücü zenginliğinin nasıl bir eylemsel zenginliğe dönüşeceğini ve birleşik krallığa enerji olacağını düşünüyorum bir an. Hayranlıkla dolaştığımız  sanat galerisi kısmında man in Armour - Rembrant, Vetheuil- Monet, Alexander Reid- Van Gogh, Saint John of the Cross - Salvador Dali, Staffordshire- Turner ve Thomas Carlyle- Whistler’ın eserleri sergileniyor.  Müze kısmında ise dünyanın değişik yerlerinden gelen antropolojik ve biyolojik objeler var. Bu müzeyi şöyle göz ucuyla gezmemiz bile  dört saatimizi alıyor.  Buradan sonra istikametimiz Glasgow üniversitesi. Bilimin ihtiyacı olan ağırbaşlı ve sükuti tefekkür atmosferini taş ve taş yaşatan Glasgow üniversitesine hayran kalıyorum. Üniversite adeta bir bilim mabedi havasında.  Bu kampüste bulunan Hunterian müzesini gezmeyi planlıyoruz. Rehberimiz bu üniversitede Viking Arkeolojisi üzerine yüksek lisans yapan Kanadalı bir kız. Tıp, biyoloji, tarih, antropoloji, entomoloji, zooloji, botanik ve paleontoloji alanında ilginç örnekler sunan müzeyi gezmek 2 saatimizi alıyor. Gezilecek çok yer var ama gün yetersiz. Müze Glasgow’lu olan , Londra’da Kraliçe Charlotte’a doktorluk yaparak ünlenen ve servet sahibi olan Dr. William Hunter’ın kişisel bağışları ve koleksiyonlarıyla hayat bulmuş. Aydınlanma çağının o  anlamak, toplamak, sınıflandırmak ve çözümlemek konusundaki istekliliği bu gün de müzenin asli fonksiyonunu oluşturuyor. Bu gün 200 yaşında olan müze, dünyadaki en güzel üniversite kolleksiyonlarına ev sahipliği yaparken, İskoçya’nın de en önemli milli servetlerinden birini oluşturuyor. Biz sadece küçük bir galerisini gezebildik. Tamamen gezmek için bir günümüz yeterli olmayabilirdi. Buradan çıkıp akşamımızı Kelvingrove parkta dolaşarak değerlendiriyoruz. Bu güzel park Glasgowluların ne zaman isterlerse nefes alabilecekleri doğallıkta, güzel anıtlarla süslü bir alan. İster koşun, ister kitap okuyun, ister bisiklete binin serbest. Ama parkta kafayı çekmek yasak. Parkta güzel bir Carlyle büstü ve Afrika savaşında ölen İskoç hafif piyadelerine ait bir anıt dikkat çekiyor.















25 Mayıs Perşembe İskoçya’nın başkentindeyiz son iki günümüzde. Edinburg 1437’den beri İskoçya’nın başkenti. Nüfusu 500 000 civarında.    İlk gün princess Street de biraz dolaştıktan ve otelimize yerleştikten sonra arabayı teslim etmeden önce temizleteceğiz. Bu gün son günümüz. Arabayı zor şartlarda kullandım. Kirlendi ve yer yer cilası çizildi. Kiralama şirketinin teslimatta büyük problem çıkaracağını tahmin ediyorum. Önce arabayı Glasgow sanayisinde yıkatıyoruz. Yıkatınca görüyorum ki çizikler gitmemiş. Pasta cila için navigasyondan bulduğum bir tamirciye gidiyoruz. Bizi çakı gibi  enerjik, neşeli kızıl saçlı bir İskoç usta karşılıyor ve samimiyetle elimi sıkıyor. Tam bir İskoç aksanıyla bu işin 100 poundu geçeceğini en iyisi kendimizin pasta cila malzemesi satın alarak bunu yapmamız olduğunu belirtiyor. Malzemeleri nereden alacağımızı soruyorum, tarifi aldıktan sonra müteşekkir olarak ayrılıyoruz. Yaptığı işi önemseyen, işine ve kendine saygısı gözlerinden okunan, adeta Samuel Smiles’ın çalışkanlık ve enerji timsali kahramanlarına benzeyen bu İskoçu hiç unutmayacağım. Ayça ile pasta cila malzemelerini alıyoruz. Arabayı Mac Donald’s’ın park yerine çekip insanların meraklı bakışlarına aldırmadan karı koca pasta cila yapıyoruz. Bu sanayi atmosferini ve bu şekilde çalışmayı sevdim.  Bir yandan stoutumu yudumlarken bir yandan da çalışıyorum. Arabayı pırıl pırıl yapıyoruz. Sonra da keyifle burgerlerimizi yiyoruz. Arabayı sorunsuzca teslim ediyor ve rahatlıyoruz. Öyle rahatlıyoruz ki 20 günden beri her gün bilmediğimiz yollarda, bilmediğimiz trafik kurallarında, sağdan direksiyonlu ve soldan akan trafikte bu aracı sürmek hayatımın en ciddi streslerindendi diyebilirim.



26 Mayıs Cuma Bu gün Edinburg’un old town  denilen bölgesindeyiz. Ortaçağdaki şehir ve bina üslubunu aynen koruyan bu bölge adeta yaşayan bir tarih sunuyor. Edinburg’un en güzel mağazaları bu bölgede. Her yer turist kaynıyor. 3 hafta burada kalınca memlekete bir şeyler götürmek şart oluyor. Bütün günümüzü şehirde gezerek değerlendirdik. Yorgunluğumuzu Waverley Park  Gardens’da çimlere uzanarak gideriyoruz. Uzun gün ışığının keyfini çıkaran İskoçların hepsi kendilerini parkın çimlerine atıyorlar işten sonra. Özellikle güneşli ve sıcak bu gün çimler soyunmuş, güneşlenen, kitap okuyan insanlarla dolu. Tabi ki parklarda mangal yapan, köpek dolaştırıp çimlerin üzerine pisleten insanlar yok. İnsanca keyfini çıkarıyorlar doğanın ve bu güzel günün Edinburglular.  İskoçya sehayatim burada bitiyor. Bundan sonrası dönüş için hazırlıklar, aldığım kitapların hava alanında ağırlık yaparak bana ödettiği paralar ve Balıkesir’de beni bekleyen işler. Elbette 3 haftalık bu sıradışı tatil boyunca her gün maillerimi kontrol etmek ve işi takip etmek durumunda kaldım. Bir taraftan planladığım rotayı gerçekleştirmeye çalışırken bir taraftan ülkeye adapte olmak, diğer yandan da şirket işlerinden kopmamak için takipçi olmak zorunda kaldım. Bu yolculuk bir balayıydı. Benim için de Ayça için de hayatın kısa bir özeti gibiydi ve son derece enerjik, zorlu ve mücadeleli bir tatildi. İkimizde başarıyla üstesinden geldik, çok şey gördük, çok şey öğrendik, bakış açılarımız zenginleşti ve birbirimizi en namüsait koşulları paylaşarak daha iyi tanıdık. İskoçya benim için bir düşün gerçeğe dönüşmesi ve yeni bir başlangıçtı. Bunun nasıl bir başlangıç olduğunu zamanla göreceğimi umuyorum.












Büyük İskoçlar
Britanya adasının kuzeyindeki bu ülke sisler ardında kalsa ve hakkında çok şey bilinmese de mühim bir ülkedir. Özellikle modern dünyanın şekillenmesine büyük katkıları olmuş bir çok büyük adam  yetiştirmiştir. Tutumluluk, çalışkanlık, cesaret, disiplin ve sebat ayrıca yüksek ve aydınlık bir enerji bu ülke insanlarının ayırd edici vasıflarını oluşturur. Ayrıca modern dünyada etkisi tartışılmaz olan modern masonluğun doğduğu yer de İskoçya’ dır. İskoç riti mason ayinleri içinde önemli bir ritüeli belirtir. Belki çoğumuzun haberdar olmadığı kaynağı İskoçya olan fikir, buluş ve düşüncelere kısaca değinmeden geçemeyeceğim.
Penisilinin mucidi Alexander Fleming, Televizyonun mucidi John Logie Baird, Bilgilerimizin deneyimlerden geldiğini iddia eden Filozof David Hume, Telefonun mucidi Alexander Graham Bell, Buhar makinesiyle sanayi devrimine ivme kazandıran James Watt, Elekro manyetizmayı keşfeden ve kuantum fiziğinin temellerini atan James Clark Maxwell, Karşılaştırmalı üstünlükler teorisi ile global ekonominin mucidi olan Adam Smith, Romantik şair Robert Burns , ünlü tarihi roman yazarı Sir Walter Scott, Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle, Biçerdöverin mucidi Patrick Bell, Lokomotifi icade eden Robert Stephenson, Define adası romanının yazarı Robert Louis Stevenson, sıtmayla mücadelede kininin kaşifi George Cleghorne, Şehir planlamacılığının babası Sir Patrick Geddes,Teleskopun mucidi David Gregory, Afrikanın keşfinde önemli katkıları olan kaşif ve misyoner David Livingstone, Bisikletin mucidi Kirkpatrick Macmillan, Radarın mucidi Robert Watson-Watt, kahramanların dünya tarihini yarattığını iddia ederek Nietzsche’yi önceleyen filozof Thomas Carlyle, Oscar’lı aktör Sean Connery, Filozof John Stuart  Mill, Modern sosyolojinin babası Adam Ferguson, Kameranın mucitlerinden Henry Fox Talbot, Milli park fikrini ilk yaratan adam John Muir, Büyük adamların başarı ve mücadele öykülerini anlattığı kendine yardım adlı kitabı milyonlarca baskı yapan ve dünyanın hemen hemen bütün dillerine çevrilen Samules Smiles ve onun 3 kuşaktan torunu Bear Grylls adlı out door uzmanı İskoçyalıdır. Ayrıca dünyada ilk genetik kopyalama işlemi Edinburgh’da Roslin Institute’de yapılmış Dolly adlı bir koyun Prof. Sir Ian Wilmut önderliğinde büyük bir bilimsel ekiple kopyalanmıştır.























İskoçya Hakkında Birkaç Söz..

İskoçya Pictlerin, Keltlerin, Vikinglerin ve Anglo Saxonların  karışmasından oluşmuş kuzeyli bir ulus. Ülkenin özellikle batı kıyılarında İngilizcenin yanında Gaelce denilen Keltçe’nin bir diyalekti konuşuluyor. BBC Alba , -Alba İskoçya’nın Gaelce ismidir-  bu dilde yayın yapıyor. Bu dilde eğitim veriliyor. Bir de İskoçların İngilizceyi kendilerine özgün bir aksanla konuşmaları söz konusu. Bizdeki bir lazın Türkçe konuşması gibi bir İskoçun aksanlı İngilizce konuşması. Anlamanız çok zor. iskoç toplumu herbirinin ayrı tarihsel özellikleri olan ve bu gün hala toplantı ve etkinlikler düzenleyen 89 kılandan oluşuyor. Her bir klanın kendine özgü bir tartan motifi var. tartan bir nevi kareli yün kumaş demek. İskoç erkeklerinin geleneksel kıyafeti olan kilt bu klanlara özgü tartanlardan dikiliyor. Bu arada iyi bir kilt takımı oldukça pahalı. TL ile 5000 TL'nı gözden çıkarmanız gerekiyor. Tarih boyunca sürekli olarak birbirleriyle savaşan, bazı durumlarda da ortak düşmana karşı birleşen klanlar hem dini hem de askeri bir önder reis ve ona bağlı savaşçı erkeklerden oluşuyor. Bu gün hala İskoç halkında o savaşçı ruhu görmek mümkün.  Nüfusu 5 milyon 295 bin olan bu ülke’de kişi başına düşen milli gelir 22 000 Sterlin, yani yaklaşık 110 000 TL dir. Finansal servisler,yenilenebilir enerji, genetik bilimler, eğitim, petrol ve gaz, yeme içme sektörü, sürdürülebilir turizm, Bilgi ve iletişim teknolojileri ve elektronik, tekstil bu ülkenin belli başlı endüstri kalemlerini oluşturmaktadır. Bu denli gelişmiş bir ülke olmasına rağmen İskoçlar büyük şehirlerinden tutun, köylerine kadar doğa ile iç içe yaşıyorlar. Şehirlerindeki insani ve doğal hayat göz kamaştırıcı. Herkes müstakil bahçeli ve klasik İskoç mimarisine sahip evlerde yaşıyor. Muhtemelen evlerin belli form ve şekillerde olması bir kural. Bizde olduğu gibi hiçbir mimari stile ve geleneğe sahip olmayan, şehirleri beton çöplüğüne dönüştüren yapılar bu ülkede yok.  Doğalarını kendi milli karakterlerinin bir parçası olarak gören bu insanlar ülkelerinin koruyabildikleri her güzelliğini korumuşlar. Bütün İskoçya’yı dolaştım, ne yüzeye açılıp peyzajı tahrip etmiş madenler, ne taş ocakları ne de aklınıza gelebilecek her yere yapılmış yollar gördüm. Binlerce irili ufaklı gölü olan İskoçlar hiçbir gölün kıyısına giden araba yolu yapmadıkları gibi hiçbir dağın zirvesine kadar da çıkan araba yolu yapmamışlar. Çok isteyenler o güzelliği görmek için sırt çantalarını alıyor ve biraz yürüyorlar. Bu ülkede gördüklerim ve çıkardığım dersler bunlar oldu. Belki farkında olmadan edindiğim dersler de olmuştur. Onların da yaşadıkça farkında olacağım.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder